Ümit Savaş Taşkesen
Cihan Aktaş’ı Tanımak 1
I.
1992 ya da 1993 yılıydı sanırım. Malatya’da okuyordum. On sekiz yaşın bütün hamlığı, heyecanı üzerimde. Zihnimde yasak düşünceler elimde yasak kitaplar. Liseyi yeni bitirip aileden ayrılmış, farklı bir şehirde kaldığım yurtta yeni insanlarla tanışıyorum. Üniversite kampüsünde de yurtta da oda basmalar zincirli sopalı kavgalar eksik olmuyor. Ülke çapında da çatışmalar çok yoğun yaşanıyordu.
İnternet yok bilgisayar o kadar yaygın değil. Özel tv kanallarının sayısı az. Başörtüsü, bulunduğum üniversitede serbest ise de İstanbul üniversitesindeki yasaklar gündemimizde… Filistin, Bosna ve Çeçenistan’dan gelen haberler hiç iç açıcı değil ve yüreğimizi kanatıyor. Bir yanımız çaresizlik bir yanımız cesaret ve gurur. Öte yandan İslamcı kitabevlerinde okuduğum dergilerde satırlarla birbirini doğrayan grupların haberlerine rastlıyorum. Devlet, Mit, Kontrgerilla, Hizbullah, Pkk, bir çok şey iç içe girmiş ve bilinmezin içinde yol almaya çalışıyoruz.
Üniversite kapısında her gün kimlik kontrolü, üst araması var… Kendimizi önemli hissettiriyor(muş meğer) bu aramalar. Adam yerine konuluyormuşuz. Bunu çok sonra kapısından kimlik gösterilmeden girilen bir üniversiteye gidince anladım!
Okul derslerini/kitaplarını bırakmıştım. Okuduğum bölümün bana göre olmadığını çok çabuk fark ettim. Bu okul bitmezdi ve ben de bu bölümü okumak istemiyordum zaten. Ailemin bundan haberi yoktu. Okul işini kafada bitirince kendimi kitaplara vermiştim. Abur cubur bir okuma ile kitapevlerine gidip bazen ilgimi çeken bazen elime tutuşturulan kitapları büyük bir açlıkla okuyordum… Düşünce dünyamın bir pusulası, yol göstereni yoktu. Okul kantininde, sınıfta, yurt odalarında kitaplar, düşünceler, politikalar üzerine yoğun tartışmalar yaşanıyordu. Bu tartışmalar sonucunda kendimi eksik hissettiğim konularda kitaplar alıp okuyor, yeni bakış açıları geliştiriyordum.
Başörtüsü ve başörtülü kızlar da gündemin ilk sıralarında kendine yer buluyordu. İstanbul Üniversitesi’nin önünde Cuma namazı çıkışlarında yapılan gösterilerden, yürüyüşlerden gazetelere, dergilere yansıyan fotoğraflar vardı. Bileği görünmesin diye pardösüsünün altındaki kazağını eline sıkıştırmış şekilde ellerini yumruk yapmış kızların fotoğrafları… hak ve özgürlük mücadelesinde el bileklerini kapatarak korunan hassasiyet…
Bizim sınıfımızda da vardı başörtülü kızlar. Biz, saygıdan, uygun olmayacağını düşündüğümüzden pek konuş(a)mazdık, onlar da pek konuşmazdı bizimle. Kendi aralarında kısık sesle konuşurlardı. Derslerde yüksek sesle konuştuklarını da pek hatırlamıyorum. Başörtüsüne tam riayet eder, yürüyüş, öğle aralarında ve derse giriş çıkışlarında, mescide gidip gelirken hassasiyet gözettikleri hissedilirdi. Bazılarıyla hiç göz göze geldiğimi dahi hatırlamam. Bir tek, bize, İngilizce öğretirken, Bosna ve Çeçenistan üzerine de konuşmalar yapan Zeki Hocayla konuşurlardı sanırım. Öyle kalmış aklımda.
II.
Gerek sınıfımızdaki gerekse Türkiye’deki başörtülü kızlar hakkında büyük bir bilinmezlik ve gizem söz konusuydu. Ne yer ne içerlerdi? Neden örtünürler, nasıl düşünürlerdi? Olaylara bakış açıları neydi? Haklarında spekülatif olarak bir çok yayın yapılıyordu ama gerçek neydi? Çok fazla fikir sahibi değildim. Ailemde ya da yakın çevremde konuşup bilgi alacağım kimse de yoktu?
Sonra bir gün, yine bir kitap geçti elime: “Üç ihtilal çocuğu”. İsmi mi ilgimi çekmişti kapak resmi mi yoksa içindeki öyküler mi şu an bilemiyorum. Sanırım hepsi birden. Okurken sizi hemen devamını okumaya yönlendiren bir üslup içerisinde akıp gidiyordu hikayeler. Sevmiştim. Kim ki bu yazar diye düşündüm.
“Ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki dünyaya”, yazarın isminden mülhem şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Adam başörtülü kızların iç dünyasını ne kadar da içten yansıtmış… buna nasıl bu kadar hakim olabilmiş, hayret!” Sonra “Tesettür ve Toplum”, “Kılık Kıyafet ve İktidar” kitaplarını bulup okudum. O zaman, yazarların fotoğrafları kitaplarında bulunmuyordu. Öyle düşünmem normaldi. Sonra, hatamı, nasıl ve ne zaman fark ettim bilmiyorum. Cihan Aktaş’ın düşünce dünyama girişinin hikayesi böyle başladı.
Aradan geçen zaman içinde, Okuntu Dergisine, o zaman yeni çıkan romanı “Bana Uzun Mektuplar Yaz” üzerine bir yazı yazmıştım. Atlılar Dergisinin eposta grubunu takip ederken eposta adresini öğrenmiştim. Yazıyı kendisine büyük bir çekince ile gönderdiğimi hatırlıyorum. Teşekkür eden uzun bir cevap yazdı. Cihan Aktaş ile o süreçten sonra çok sık olmasa da eposta üzerinden zaman zaman yazışmaya başlamıştık. Kitaplarını ve yazılarını düzenli olarak takip etmeye dikkat ediyordum hala da ediyorum. “Bana Uzun Mektuplar Yaz”dan anladığım kadarıyla ve Ümit Aktaş’ın “Okuma Serüveni”nden de çıkarımda bulunarak benzer bir ilgi alanı ve okuma serüveninden geçtiğimi hissettiğim için mi bilmiyorum, düşünce dünyamda yer etti. O günlerde ilk okuma sürecinde elime geçip de okuyup tanıdığım ve takip etmeye çalıştığım yazarları sayacak olsam İsmet Özel, Rasim Özdenören ve Cihan Aktaş ilk elde sayacaklarımdandır.
Aradan çok zaman geçti. Cihan Aktaş ile yüz yüze karşılaşmamız yirmi beş yıl sonra gerçekleşti. Benim İngiltere’de bulunduğum dönemde birkaç kez Konya’ya gelmişti. En son, Konya’da gerçekleştirilen Kitap fuarı vesilesiyle geldiğinde yanında uzun süre imza sırası beklemiş, imza sırası gelince adımı söylemiştim. Yüzündeki şaşkınlık ve memnuniyet ifadesini unutamam.
Devamı haftaya