Dr. Faik Özdengül
Çok ayıp çok
Yaşım küçüktü.
Kıbrıs Barış Harekatı Yıllarıydı.
Akşamları evimizin hayat dediğimiz taş zemininde komşularla yapılan sohbetleri hayal meyal hatırlarım. Işık yakılmazdı. Düşman bizi görmesin diye yakmıyoruz derdi büyükler. Karanlıkta otururduk. Evde ne varsa taze veya kurutulmuş yaz meyveleri, mısır, çerez yenir, savaştan söz edilirdi. Gece Mevlana Türbesinin kapısı kendiliğinden açılır cümle erenler savaşa gidermiş. Öyle anlatırdı herkes. Bizler savaş ne, bomba nasıl bir şey bilmezdik. Yaşlılar bilirdi ama. Mahallemizde oturan savaş görmüş yaşlılar vardı. Ne zor şartlarda askerlik yaptıklarından bahsederlerdi. Biz masal gibi dinlerdik.
Bizim sokağın arka tarafı Karaman yoluydu. Her gün kamyonlarla asker geçerdi. Savaşa giderlermiş meğerse. Biz evden ne bulursak elimize alır kaldırımın kenarına dizilir askerler geçerken onlara atardık. Bütün bir yol boyu insan kaynardı. Herkes geçen askerleri uğurlar, bir yandan da koli koli bisküiler, makarnalar, karpuz, kavun ne varsa hepsi havada uçuşurdu. Yolun iki yanı insanlar hem el sallar hem de ağlardı. Askerler gülerdi fakat.
Şenlik görülmeye değerdi.
Sonradan öğrendik ki, o gidenlerin bir kısmı geri dönmemiş. Kaderleri gitmekle sınırlıymış. Her giden dönecek diye bir kaide yokmuş. Öyleymiş, bunu da sonradan öğrendik.
Fakülteyi bitirdiğim yıl Mardin’e gittim, mecburi hizmet için. Oradan da Dargeçit’e. Aslında adı Kerburanmış Dargeçit’in. Kim ne zaman nasıl ve niye değiştirdiyse. Çünkü şundan böyle söyledim. Mardin’den Dargeçit’e gitmek için yol sorduğum da insanlar bilemedi. Ne, neresi filan diye sorup durdular. Birisi uyarınca ben de Kerburan demeye başladım. Gittim nihayetinde. İlk gece orada öğretmenlik yapan birkaç arkadaşla tanışıp onlarda kaldım. Yine ışıklar yanmadı. Karanlıkta oturduk. Orada da savaş varmış meğerse. Sonra başka gelenler de oldu. Bir tane mum yaktı ev sahibi bir kenara. Derken birisi eline bir saz alıp karanlıkta çalmaya başladı. Ben ertesi gün geri döndüm Mardin’e ve sonra tekrar gitmedim Kerburana. Midyat’ta hastanede bir açık varmış orada çalışmaya başladım. O arkadaşlar her halde yine karanlıkta saz çalıp geçirdiler gecelerini. Hepsine minnet borçlu olduğumuzu bilmeyen ne çok insan var.
Neden mi böyle söyledim?
Anlatayım.
Mevlana Kültür Merkezinde her akşam proğram yapıyorum Şeb-i Arus münasebetiyle. Dün akşam yaşlı bir kadın çay içerken yanıma geldi muhabbet muhabbeti doğurdu derken lafı memlekete getirdi, dedi ki ne güzel güllük gülistanlık yaşıyorduk , başımızı belaya soktuk, ne işimiz var Suriye’de, ne hale geldik falan filan. Böyle üstten jakoben bakışı canımı sıktı. Kısaca ona dedim ki aynı ülkede mi yaşıyoruz? Her on yılda bir darbe yapılan ülke değil mi burası? Sadece üç tanesini ben gördüm. Ve hele de 15 temmuz.
Onun gibi düşünenler olduğunu biliyorum.
Bakın çok bilmişler size bir şey söyleyeyim, hadi biz idare ederiz sizi de, bu konuştuklarınız Halep’li yetimlerin kulağına giderse çok utanırsınız. Onların kulağına gitmese bile onların da bizim de sahibimiz olanın kahrından o kadar emin olmayın.
Bu köşede yerim dar olduğu için askerlik yıllarımı, lise yıllarındaki sağ sol hikayelerimi, küçükken askerden sopa yiyen sakallı amcaları filan çoğunu es geçiyorum. Hatta sorsanız kimilerine göre bu memlekette başörtüsü sorunu hiç olmamış.
Artık teknoloji evleri bırakın neredeyse kalp atımınızı bile yukarıdan izleyen aletlerl kapsadığı için şimdilerde ışık karartma gibi bir yasak yok. Olsa abes olurdu zaten.
Ey her daim tuzu kuru Jakobenler, çok ayıp ediyorsunuz haberiniz olsun, koca bir imparatorluğu içerden ihanetinizle yıktınız. Sonra da celladınıza aşık oldunuz. Vahşi batı konuşuyor siz de papağan gibi tekrarlıyorsunuz. Hadi her şeye eyvallah da şehitleri ve yetimleri incitmeye devam ederseniz sabır taşımız çatlar bilesiniz.