Derviş Argun
Çözümü halka devretmek
“…O günler ki, biz onları insanlar arasında döndürür dururuz. (Bu da) Allah'ın sizden iman edenleri ayırt etmesi ve sizden şahitler edinmesi içindir. Allah zalimleri sevmez” Al-i İmran suresindeki ümit ve korkuyu içinde barındıran bu ayeti ne zaman işitirsem işiteyim her defasında, yaşadığımız dönem eğer zorluk ve sıkıntı dönemiyse, koyulaşan karanlığın arkasından gelecek aydınlığın ümidiyle rahatlarım. Yok, eğer yaşadığımız dönem nimetler içerisine boğulmuş bizlerin rahatlıktan semirdiği bir döneme denk geliyor ise, bu seferde yüreğimi, bunun bedeli olan şeyin ödenme vaktinin şiddeti sarar. Bu haleti ruhiyye bizde, çokta anlaşılmaz bir şey olmamasına rağmen bizi çepeçevre kuşatan ve titreten bir psikolojiye dönüşür.
Oysa her şey böyle değimlidir? Yani her şeyin bir raundu ve arkasından gelen bir sorgulama dönemi yok mudur? Yapıyor olduğumuz ya da yapmayı planladığımız her şeye ait bir hesap günü olmayacak mıdır? Cürümlerimiz ve bu cürümlere ait sonuçlar bir gün gelip yakamıza yapışmayacak mı? Eyleme dönüştürdüğümüz tüm işlemlerin niyetleri bir gün gelip hassas bir terazi edasıyla eylemlerimizi niyetlerimize göre tasnif edip sağa ve sola fırlatmayacak mı? Sağa ve sola bile atılmayı hak etmeyen davranışlarımız, beklediğimiz semereyi boşa çıkartırcasına yüzümüze çarpılmayacak mı? Ya da hayırlarımız ya da bu hayırlara ait bereketler bir gün gelip ellerimizden tutacak ve bizi karanlıktan aydınlığa çıkarmayacak mı?
Kişi ve kişiye ait davranışlar dahi milim sapmaksızın o kişiyi takip edecek, ikap ya da mükâfat olarak onu kuşatacaksa, toplumlara ve devletlere ait zulüm ya da adalet olarak tecelli etmiş davranışların o toplum ya da devletlere ufukta bir ışık ve aydınlık ya da hemen yanı başında onu titreten bir karabasan olmayacağını iddia etmek mümkün mü? Eğer bu mümkün değilse, kişiler ve kişilere ait kişisel zafiyetler gibi, kurumlar ve kurumlara ait hastalıklarında bir bedeli olacaktır. Güçlenenlerin zayıfladığı, zayıflayanlarında palazlandığı günler yaşanacaktır. O günlerin beklemesi ve yaşaması bize düşerken, takdir ve tecellisi de Rahman ve Rahim olan Allah(cc)a aittir.
Takdir ve tecellisi Allah(cc)a ait olanı engelleyebilmek ya da zamanına müdahale edebilmek kulların harcı olan işlerden değildir. Yaşadığımız günler eğer zorluk günleri ise, bu zorluğa karşı verilen mücadele olmasını umut ettiğimiz günlerin Tevfikini değil amelini oluşturur. Bu amelin tecellisi olan Tevfik ise, nasıl takdir ederse etsin kabulümüzdür ve Allah’a aittir. Bu bizim için böyleyken bizi yüzyıldır süründürenler için böyle olmayacak mı? Yani onlar din yoktur ve dinin yaşam alanlarına müdahale etmesi kabul edilemez demelerinden dolayı hâşâ başka bir kudretin tecellisine mi tabiler. Onlar içinde bizim içinde günleri çevirip duran ve iktidar! ı bazen onlara bazen bize veren aynı Allah değil midir? Eğer tüm bunlar doğruysa ki şüphesiz doğru. Bize düşen zalimlerin ve gasıpların tarafında yer tutmamak. Taraf olmakla ait olmak arasındaki farkı çok iyi bilerek Allah(cc)ın iktidarı insanlar arasındaki çevirmesinde Tevfikinin bizim için tecelli edeceği günlerin gelişine şahitlik ve eşlik eden amellerimizle, zalimler ve gasıplarla aynı safa düşmemek. Onlarla aynı dili ve tarzı kullanmamak.
Yaşadığımız ülkenin hangi badirelerden geçerek bu günlere geldiğini, yaşımızın yettiğine şahitlik ederek, yetmediğini de yazılı belgelerden öğrenerek bildik. Tüm bu gelişmeleri üst üste koyduğumuzda grafiğin halkın lehine, halkı mağdur edenlerinde aleyhine bir çıkış ve iniş yaşadığını görebiliyoruz. Değişimin kendi içinde taşıdığı dinamikleri göz ucuyla bile olsa şöyle bir tarasak, yöntemini statükodan yana yapıp “ebed müddet” anlayışına sahip toplumların değişim grafiğinden daha iyi bir grafiğimizin olduğunu görürüz.
Bu millet tam altı yüzyıl, kendi içinde itaatkâr ama dışarıya karşı dinamik bir yaşam sürdü. Keyif aldığı seferler ve akınlarla ömür sürdü. En uzak ve belki de en acımasız toprak parçası olan Yemen’i korumak ve kaptırmamak için onlarca kez sefere çıktı. Son günlerine kadar topraklarının hiçbir zerresini kimseye kaptırmadı. Ama tüm bunları yaparken kendi içinde sorgulaması olmayan uysal bir itaatin derinliğini yaşadı. Yüzyıl önceki dağılmasının düşmanları eliyle olmadığını çok iyi bilen bu millet, şimdilerde yeniden dost tanımlamasını belirginleştirmeye çalışıyor.
Halkı dürtükleyip duranlar, bu uysal itaatin derinliğine daldıklarının farkına varmayanlardır. Tarihi referanslar, bu uysal itaatin derinliğinde kaybolmanın hem de bulunması mümkün olmayacak şekilde kaybolmanın işaretlerini taşır. Yeter ki halkı adına iş yaptığını söyleyenler, etkinliklerini kaybettiklerini ve işi beceremeyeceklerini itiraf edip çözümü halka devretsinler.