yazar-62
Daha mavi yüreğim
Ege Denizi’nin hırçın mavisinde bitmeyen enerjisiyle kum taşlarını oyarak kendine dantelalar örmüş. Dalgaların çarptığı kayalıklarda yosun ve midye kokusu burnumu gıdıklıyor. Çocukluğuma uzanan o yolda beni koşturuyor.
Bir yengeç ürkek adımlarla kovuktan çıkıp patlak gözleriyle etrafı kolaçan ediyor. Bir sopa uzatıyorum ve hemen kıskaçlarını geçiriyor, işte yakaladım! Bu yengeç, Türkiye’deki genel davranış biçimine sahip. Uzatılan ilk sopaya, yani tehdide, aynı şiddetle cevap veriyor. Böylece yakalanıp hop güneşe!
O, oyun kurmayı ve Doğu bilgeliğinin inceliklerini bilmiyor. Tıpkı bizimkiler gibi. Dağlardan üstüme hücum eden ezilmiş ot, kırılmış dal, kekik ve sarı çiçek kokusu beni denizden ayırdı. Bir süre kekiklerde tutunan yüreğim çam ağacının dallarında sallanmaya başladı. İşte, Ege mavisiyle yeşilin buluştuğu koylar... Gökyüzüne buhar halinde yükselen baş döndürücü koku bir düş ülkesine çağırıyor beni. Yengeci güneşe terk ediyorum. Kayalıkların arasındaki minik havuzda tuzlu suyun tadına bakıp kuşları kolluyorum. Oyukların birinin duvarında ‘Seni seviyorum Maria’ yazıyor. Kumtaşı kayalıklar hepten koca bir kalp oluyor sevda dolu. Dalgaların tekdüze sesi aşkın sonsuz ninnisini mırıldanıyor sanki; beni sev çocuk. “Yaz yazabilirsen elindeki son deniz kabuğuna/ tarihi, adını, yeri/ ve fırlat denize ki batsın.” *
Kayaların hemen üstü çamların gölgesinde, tırmanıyorum. İncecik kurumuş yapraklar ayağımın altından kayıyor. Makiler, dikenli bitkiler ayaklarımı dalıyor. Rengarenk bir kelebek yanıma sokuluyor. Aman Allah’ım, sanat doğadan fışkıran ruhun sembolleri değilse nedir? Olağanüstü Afrika sanatını düşünüyorum. Onu görünce deli olup, her şeyi Paris’teki evine taşıyan Picasso’yu anlıyorum. Bunu modern sanat diye pazarladılar. Soyutlamanın en mükemmel binlerce yıllık özgün örneklerini görmenin hazzıyla yüzümü güneşe çeviriyorum. Yaşam sevinci veren bahar kokusu yükseliyor dört bir yandan. Kokuların saldırısına boyun eğip sırt üstü uzanıyorum yamaca. Çam dalları arasından mavi ipek bir mendil gibi görünen gökyüzünü katlayıp cebime koyuyorum. Artık daha mavi yüreğim. Tıpkı deniz gibi çırpınıyor. Dalgalar hiç dinmeyecek bir sertlikle çarpıyor kenarlara. Dudağımın kenarında tuz lezzeti. Uzatıp elimi gelincik yapraklarına tutunuyorum. O lezzetli kırmızılar ağzımda erirken, gelincik şerbeti tadında yaşam zamanı kolluyor. Güneş ısrarla aynı yerden batıyor. İşte hayat, ne kadar sade bir oyun. Kızgın bir ceylan gibi fırlıyor düşüncelerim yerinden:
“Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda/ o altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları. / Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda; / Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgarı.” **
Cırcır böcekleri öğle uykusunun vaktini muştuluyor ısrarla. Çocukluk düşleri olmayan yengeçlere acıyorum yeni baştan. Bakıyorum, yengeç kupkuru. Onun oyunu bitti. Ama hayat devam ediyor. Kendi olmayanlar kuruyor, var olmanın acısını hissedenler yaşıyor.
* Yorgo Seferis
** Arthur Rimbaud