Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Din ve dünyevîleşme üzerine
Her insanda ebedîlik düşüncesi vardır. Kendisinde yeterli düzeyde “takvâ” gelişmemiş insanlar, Kur’an’ın “aldatıcı zevk ve geçinme” diye tanımladığı dünyânın câzibesine tutularak “ebedî”liği bu dünyâda aramaya kalkabilir. İslam öğretisine göre bu dünyâ geçicidir. Eğer hakikaten ölümsüzlük ve ebedî saadet arzu ediliyorsa, öteki-hayat ilkesi hayatın temeli kılınmak zorundadır. Şu âyetler bu gerçeği dile getirir:
“Geçici dünyâ malını istiyorsunuz. Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister.” (Enfal, 67).
“Mal ve oğullar, dünyâ hayatının süsüdür. Ama bâkî kalacak yararlı işler, sevap olarak da, emel olarak da, Rabbinin katında daha hayırlıdır.” (Kehf, 46).
İslam öncesi câhiliyye toplumunda bu dünyâda her şeyin boş olduğu, ölüm ötesi hayatın olmadığı ve bu sebeple mümkün olduğunca bu dünyanın tadının doyasıya çıkarılması gerektiğine inananlar vardı. Onların sınırlı bu dünyâ tasavvurunu Kur’an şöyle aktarır:“Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zamanın geçişi yokluğa sürükler, derler.” (Casiye,24).
Nitekim Kur’an, böyle bir insan tabiatından daha somut bir biçimde bahseder: “Fakat o, dünyaya meyletti “ahlede ile’l-arzı” ve hevâsına uydu.” (A’raf, 176). Bu âyette, ‘ilâ’ edatıyla kullanılan ‘el-arz’ sözcüğü, yalın anlamda ed-dünyâ kavramı karşılığında dünyevîleşmek anlamına gelmektedir. Açıkça bu âyette, insan hayatını maddi dünya ile sınırlandıran ve ahlâki değerleri hiçe sayarak dünyâyı doya doya yaşamak isteyen bir kimsenin psikolojisi anlatılmaktadır. İslam’ın reddettiği dünyevîleşme budur.
İnsanda dünyevîleşme anlamında huld/ebedîlik düşüncesini körükleyen unsurlar arasında servet, taraftar çokluğu, istiğnâ, büyüklenme, nankörlük gibi durumların etkileyici olduğu bir gerçektir. Bunlar tutkularının esîri olmuş ve bakışlarını buraya çevirmiş olan insanlarda Allah’ı unutma gibi bir sonucun doğmasına yol açar. Nitekim câhiliyye şâiri Tarafe’nin Muallâka’sından alınan şu iki mısra, aslında onların bu dünyâda hulûd (ebedilik) düşüncesi bulmanın imkansız olduğunun bilincinde oluşları ile zevk peşinde koşmaları arasındaki ilişkiyi her şeyden daha iyi ve açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
“Ey beni savaşa girmekten ve zevk peşinde koşmaktan alıkoymak isteyen kimse, eğer bunları yapmazsam sen, benim ebedî yaşayacağımı bana sağlayabilir misin? Mademki benden ölümü defetmek senin elinde değildir, o halde ölüm gelinceye kadar beni zevklerimle baş başa bırak.”
İslam öncesi (câhiliye) şiir, bedenî keyf ve haz türküleriyle doludur. Onlar için en yüksek zevk kaynağı, kadın ve şaraptır. Câhiliyye şiirinin muhtevasını hep bunlar oluşturur. Hz. Peygamber (a.s), işte böyle zevk peşinde koşan, ahlâkî değerlere kayıtsız kalan bir nesil içinde, gelecek hayat (âhiret)la ilgili inanışı tebliğ etti. Çevresinde şımarıklık, dünyevîlik ve zevk peşinde koşma dışında hiçbir şey yoktu. Kur’an, onların gelecek hayata karşı duyarsız oluşlarını şöyle anlatır: “Dünyâ hayatı ile övünenler bilsinler ki, dünyâdaki hayat âhiret yanında sadece bir geçimlikten ibarettir.” (Ra’d, 26).
Mekke müşriklerinin bütün gayretleriyle bu dünyâda refah içinde yaşama arzusu, onları nihilist bir anlayışa götürmüştür. Zeki, yetenekli tüccarlar, çoğu dünyâ arzusuyla dolu iş adamları olan bu insanlar, gelecek hayata, âhirete ait hiçbir şey öğrenmek istemiyorlardı.
Yüce Allah’a dünyeviliğin verdiği psikolojik destekle ihtiyaç hissetmeyen İslam öncesi Mekke’lilerin bu tavrını Kur’an ‘istiğnâ’ (Alak, 7) kavramıyla ifade eder. Güçlü bir âhiret inacıyla donanmayan insanlarda servet/zenginlik, dinî hassasiyetleri zayıflatmakta, hatta gitgide, seküler bir kimlik kazanmada etkili olabileceğini Kur’an’da şu âyetler çok güzel anlatmaktadır: “Mal toplayarak onu tekrar tekrar sayan, diliyle çekiştirip alay eden kimsenin vay haline! Malının kendisini ölümsüz (ahlede) kılacağını sanır.” (Hümeze, 1-3) Halbuki Kur’an’a göre, dünyâ hayatını tek hayat olarak görmek inkarcılıktır: “Onlar, hayat ancak bizim şu dünyâ hayatımızdan ibarettir, biz bir daha dirilecek değiliz derler.” (En’am, 29).
Netice olarak, dünya ister Allah’ın varlığının tecellisi, ister türlü kötülükleri göğüslenecek bir hasım olarak alınsın, iman ehli için atlanıp geçilecek bir durak değil, kâh tecelli neşvesini tadarak, kâh “masivâ” tarafıyla boğuşarak içinden bir adım sıyrılmamak gereken bir varlık görünümünü sürdürür. Bütün bunlar, topluca, kişiyi dünya dışına değil, içine çeken motiflerdir. Buna rağmen, İslamî anlayışta, ahiretle ilgili her türlü kazanımımızın temel alanı burasıdır, içinde yaşadığımız dünyadır. O halde dünyanın dışında ve uzağında değil, Allah’ın hoşnutluğunu celbedecek ve bize O’nu hatırlatacak işlerle, dosdoğru içinde ve ortasında olmak gerekir.