Uzun suskunlukların arasına serpiştirdiğimiz kısa cümlelerin hatırına dönüyorsa dünya…
İçimizdeki susmak bilmeyen avaz avaz bağıran ne kadar nida varsa hepsini toplayıp gitme fikri sizin de aklınıza gelmiyor mu?
Adres vermeyen nidalar, gidilmesi gerektiği yeri söyleyip gidilecek yeri göstermeyen…
Yaşadıkça sıkan, bunaltan, daraltan hatta bazen bıktıran ne kadar çok sıkıntı var. Ne kadar çok sıkılacak bir enden var ve ne kadar çok acımız, ağrımız, sancımız var.
Senin, benim, onun derdi aslında aynı. Evet aynı dertten mustaribiz, aynı dertten perişanız. Aynı dertten dolayı birbirimizi dert olarak görüyoruz. Aynı dertten dolayı ölümler var, savaşlar var.
Hepimizin derdi aynı ve o dert bizi parçalıyor. O dert anne rahmine düştüğümüz an, peşimize takılıyor ve bilmem kaç yaşımıza kadar bizimle gönül eğlendiriyor.
Mesela çok sevdiklerimiz oluyor, ayrı düşüyoruz. Çok sevdiğimizin sevmediğimiz pek çok yönü çıkıyor ve savaş başlıyor. Biz hep unuttuğumuz için yeniliyoruz. “Aklıma gelecek en son şey.” Dediğimiz cümlenin dahi en sonunda yer almıyor.
Yıkıyor, yeniyor, yenilenemiyoruz. Çünkü biz derdimizin dermanı olamıyoruz. Derdimizin ne olduğunu bilmiyorum.
Sahi derdimiz ne?
“Dünya”… Ey dünya…
“Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur.” (Yunus EMRE)
Derdimiz dünya olmuş ve dünya kadar derdimiz oluvermiş. Gözümüzde , gönlümüzde büyüyen dünya kadar derdimiz var. Aman Ya Rab! Bu denli ağır derdin ağırlığı bize pek ağır geldi. Kaldır Rabbim, kamburlaştıran dertlerimizi. Rahmetinle dokun duamıza, merhametinle dokun ruhumuza.
“Dündü ya…” “Dün’ya” diyeceğimiz şu ömrüzü yolunda ve rızanda koştur. Oyalananlardan ve sonunda hayıflanacaklardan beri tut bizi Rabbim. Senin rızan için koşturanlardan, senin rızan ile koşanlardan kıl bizi.
Zira, özlediğimizi dahi fark edemeden, biz kullar en çok seni özledik Rabbim.