Doç. Dr. Murat Kayacan
Fîhi Mâfih
Dün mutasavvıf, şair Mevlana Celâleddin-i Rumî’nin vefat (17 Aralık 1273) yıldönümüydü. Bu vesileyle; Farsça’dan Türkçe’ye (Bu da Anadolu topraklarında “Türk büyüğü” olarak lanse edilen ama gerçekte, Afganistanlı olan müteveffa bir zat için ilginç bir durum!) çevrilen, Rûmî’nin sarf ettiği sözleri içeren ve Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları’nın neşrettiği Fihi Mâfih adlı eserin (İstanbul, 1990) ilk bölümünün sayfaları arasında gezindim. Kitabın önsözünde, kitapta mevcut sözleri Rûmî’nin oğlu Sultan Veled’in ya da müritlerinden birinin kayda geçirdiği rivayet edilmekte. Eser, Rûmî’nin umumi olarak tasavvufi düşüncelerini, şiir anlayışını, devrinin birçok dinî, felsefî, ahlakî akidelerini, önemli olaylarını ve o dönemdeki çevresini yansıtması açısından önemli.
Kitapta Hz. Muhammed (s)’den nakledilen bir habere göndermede bulunularak Hz. Peygamber (s)’in şöyle bir maksadı güttüğü ifade edilmekte: “Rabbim! Gerçekte çirkin olanı güzel, güzel olanı ise çirkin gösteriyorsun. Bize her şeyi olduğu gibi göster ki, tuzağa düşmeyelim ve her zaman yolumuzu kaybetmeyelim” (s. 11). Bu açıklamayı “Allah’ın şeytana izin vermesi sonucu ortaya çıkan bir durum” olarak anlamak gerek. Yoksa haşa Allah güzel olanı çirkin göstermez. Gösterir dersek, helaller ve haramlardan şüphelenmemiz gerekir ki bu mümin bir kimsenin yapacağı bir şey değildir.
Kitapta insanı insan yapan doğruyu yanlıştan ayırt edebilme yetisine bir vurgu, bedensel arzularını doyurmayı hayatın hedefi haline getirmeye de eleştiri söz konusu: “Görmüyor musun ki, delinin eli, ayağı var fakat ayırtı (furkan) yoktur. Ayırt, sende bulunan latif bir manadır ve sen gece gündüz o ayırttan mahrum olan şeyi, beslemeye uğraşıyorsun” (s. 14).
İktidara yakın olmanın tehlikelerine de şu cümlelerle işaret edilmekte: “Padişahların nefisleri, kuvvetlenip bir ejderha gibi olur. Onlarla konuşup, onların dostluğunu iddia ve mallarını kabul eden kimse mutlaka onların keyfine göre konuşur. İşte bu yüzden de her zaman bir tehlike mevcuttur. Çünkü onların tarafını yaparak, asıl olan diğer tarafı sana yabancı bırakmanın dine zararı vardır. Sen o tarafa doğru gittikçe, aziz olan bu taraf senden yüz çevirir ve sen dünya ehli ile ne kadar uzlaşırsan o da sana o kadar kızar” (s. 15-16). İnsanların sorgusuz sualsiz itaati, iktidar sahiplerinin hoşuna da gitse onları geliştirici bir etkisi yoktur. Tersine etraflarındaki “onaylayıcıların” onaylama cümleleri onlara “doğru yolda olduklarını” düşündürür. Dindar insan bâtıl konusundaki muhalif tavrını elden bırakırsa balığın hem başı hem bedeni kokar.
Öte yandan eserde Moğollar ile iyi ilişkilere sahip ancak dinî duygularını da koruyan bir kimse ile (muhtemelen) Rûmî arasında geçen bir diyaloga da yer verilmekte: “Gece, gündüz kalbim ve canım sizin yanınızda, hizmetinizde fakat Moğolların işinden ve meşgalesinden dolayı ziyaretinize gelemiyorum.” dedi. O (kastedilen Rûmî olmalı) da: “Bu işler de Hakk işidir çünkü bunlar, Müslümanlığın güvenini temin ediyor. Siz onların gönüllerini rahat ettirmek ve birkaç Müslümanın huzur ve güven içinde ibadetle, taatle meşgul olabilmeleri için, kendinizi malınızla, canınızla feda ettiniz. Bu da hayırlı bir iştir. Ulu Tanrı size böyle hayırlı bir iş yapmak arzusunu vermiştir. Bu işe karşı ilginizin artması, Tanrı’nın size olan inayetinin bir delilidir. Bu arzunuz zayıflayacak veya eksilecek olursa, bu da Tanrı’nın inayetinden mahrum kalacağınıza bir işaret demektir.”
Son iki nakilden anlaşıldığı kadarıyla kitapta iktidara yaranmak amaçlı yöneliş tenkit edilirken, Müslümanlara alan açma ihtimaline kapı aralamak niyetli çabalar, kınanma konusu edilmemekte. Bu yönüyle ikinci nakildeki yaklaşım ile; mehdiliğine inanmadığı halde “Sudan’da kendini mehdi ilan eden ve İngiliz işgaline karşı direnen kişinin hareketine” yazılarıyla destek veren Cemaleddin Afgani’nin, Mısır prensesi Nazlı ile görüşen Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın yaklaşımı paralel görünmektedir. Eserdeki bu bakış açısı hiç de fena değil.