Seyit Küçükbezirci
Güneyiği, yemliği..
Güneyiği, yemliği, acı marulu hatırlıyor musunuz?
Yaşınız kırkın üstündeyse, hele hele, altmış civarındaysa; bugün size “sürpirizlerim” var. “Sürpiriz” neyin nesi, derseniz; bunu bilmeyecek ne var? “Sürpriz”in Gonyalıca’sı “Sürpiriz”dir…
Elli yıl öncesinin Konya’sı bir “Bağlar şehri”; bir bahçeler şehri. Araplar, Sedirler, Uluırmak, Musalla bağlarla kuşatılmış. Deniz gibi bağlar. Bağlarda gutlar, hanım barnakları, aladirizler, büzgülüler, dimnitler. Bir salkım da olsa, Konyalı bir dimnit üzümü yemeye, ‘Ben üzüm yedim’ diyemez.
“Eski Konya”da ağustos “divlek” ayıysa, eylül üzüm ayıysa; mayıs da otların ayıdır. Güneyik, acı marul, dede sakalı, yemlik fışkırır tarla kenarlarından, bahçe kenarlarından…
Şu günler, şu limonata serinliğindeki mayıs sabahları; tam, bir torba/bir bıçakla kırlara düşülecek zamandır. Hayı huyu şehirde bırakmak şartıyla.
Hafif çiy düşmüş otlara basa basa yürürken güneyiği gördünüz mü, acı marulu gördünüz mü köküne bir bıçak, alın torbaya.
Evde, gök soğanın, top yumurtanın yanında tuza basa basa güneyik yemenin, yemlik yemenin zevki cihan değer. Keyfine diyecek yok.
Güneyik, dede sakalı, yemlik, acı marul kazmak için kırlara düşecek zamanınız yoksa pazarlar çıkın. Nalçacı Pazarı’nda da, Muhacir Pazarı’nda da yeşillik kazıp getiren “Garadakım Gadınlar” var. Yan yana dizilirler, önlerinde küme küme yeşillikler. Yığını bazen elli kuruş, bazen bir lira. Kabala pazarlık. Ben daha tartılarak satılan güneyik, yemlik görmedim. “Peygamber pazarlığı” alınan yiyeceklerin tadı bir hoş oluyor.
Tere, roka insan emeğiyle; ama, güneyik, dede sakalı, acı marul “Hüdayı nâbit”. Kendi kendine yetişirler; özgür ve bağımsızlar. Tatları kendine özgü kara terleridir.
Konya’nın insan kaynaklarının yetişmesinde, beslenmesinde Konya yemeklik otlarının büyük bir payı oldu; geçmiş zamanlarda. Yoksul halkın sofrasında bir tutam tuzla birlikte ekmeğe katık oldular.
Konya’nın yerli “Garadakım Gadınları” çocuklarını çerden çöpte imkânlarla, kuşaklar boyu yetiştirdiler. Kendilerine özgü bir ev ekonomisi ile büyüttükleri yoksul çocuklar sanatkâr oldu, esnaf oldu; “il içine karıştı”. Hangi ottan nasıl faydalanılır; hangisinden hangi yemek olur; en iyi “Eski kadınlarımız” bilir.
Biliyor musunuz, çocuklarımızın hemen hemen tümü “Gonyalıca”yı bilmiyor. Dillerinde “Eski Konyalılar” zenginliği yok. Oysa, kuşaklardan kuşaklara kültür köprülerinin kurulması gerekli. Kuşaktan kuşağa kültür kültür köprüleri kurulamazsa öyle bir yabancılaşma başlar ki; baba oğlunu, oğlu babasını anlamaz. İstese de anlayamaz.
Bir iyilik edin, bugünlerde, çocuklarınıza, torunlarınıza. Onlara Konya’nın leziz otlarını tanıtın; tattırın. Turistik Ege’nin otları baş tacı edilirken, Konya’nın otlarının unutulup gitmesi hakça bir şey olmaz.
++++++++++
“Kim saklar terekemizi?”
Aylardır, gündüz hayalimde, gece düşümde bir hüznüm vardı; kitaplarıma, yazı notlarıma, yayınlanmış/yayınlanmamış kitaplarıma, koleksiyonlarıma baktıkça, bu hüzün korkuya dönüyordu. Hüznümü, endişemi, korkumu ucundan kıyısından çıtlattığım yârim, yâranım öylesine uzaktı; anlama bâbında.
Dünya Kitap Dergisi’nin 1Şubat sayısı elime geçti, “Kim saklar terekemizi?” kapak sayfası ile. On gündür “tereke” ile inip “tereke” ile biniyorum.
Dergide on üç yazar yakını, ünlü sanatçıların “tereke”si üstüne yazıyor; terekelerin akibetlerini açıklıyor. Sevinç, hüzün, korku, çaresizlik, umut diz boyu.
Sözlükler “tereke”yi bir ölünün bıraktığı malların tümü, diye tanımlıyor. Benim derdim, bir yazardan kalan “menkul/gayrimenkul” mallar değil; yazarın kitapları, yayınlanmamış eserleri, yazı notları, mektupları, anıları, kütüphanesi; gözlüğünden daktilosuna kadar bütün şahsi eşyaları.
Bağ/bahçe, tarla, dükkân, daire; arda kalan varsa, emekli maaşı falan değil; üstünde durduğum “tereke”. Bunlar olsa kolay; paylaşırlar, dilim dilim üstlerine geçirirler. Gönüllerinden koparsa kırkında bir helva dağıtırlar, bir “mevlût” okuturlar. Ama, “ölü”, bir yazarsa, bir sanatçıysa işte o zaman başlar acı tasfiye. Sevginin, sevdanın, duygunun, düşüncenin lâbirentlerinde; toplumu için bir ömür boyu yapılan üretim bir “kalabalık”, bir “çöp” olarak görülür. Çuvallarla, kolilerle eskicilere verilerek kurtulunur.
Dedim ya; konumuz fikir, sanat, kültür adamlarının “tereke”si . 89 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin son elli yılının “Konya’nın Sevdalıları”nı tanımak nasip oldu. Onların sanatsal ürünleri ile varlıkları ile gurur duydum; ayrılışlarında da hep benden bir şeyler yitirdim. Gidenlerin içlerinden çok şanslıları çıktı; çok şanssızları da oldu. Kiminin birikiminden halâ faydalanıyoruz; kiminin bir satır el yazısı bile kalmadı. Sanatsal ve kültürel birikimi kızının, oğlunun, gelininin, torununun insafına kalanlar tümden tasfiyeye uğradı.
Sözgelişi, İzmet Koyunoğlu, akıllılık etti; bütün kültürel birikimin, sözleşmeli olarak Konya Büyükşehir Belediyesi’ne emanet etti. Tekesinin yağmalanmasına fırsat vermedi. Veli Sabri Uyar’ın defterleri, İbrahim Aczi Kendi’nin birikimi kitaplıklarda güvence altında. Seçuk Es’in kültürel çalışmaları, Mehmet Önder’in kitaplığı Koyunoğlu Müzesi’nde özenle korunuyor, isteklilerine sunuluyor. Ama Konya yüzlerce aydından, kaldıysa, bir garip mezar taşı kaldı elimizde.
Dünya Kitap’ın “Tereke” özel sayısında, Cevdet Kudret’in kızı Ayşe Kudret, “Bence bir sanatçı terekesinin ne olacağına yaşarken karar vermeli” diyor.
Ben dahil, Konya’daki fikir, sanat, kültür adamları; elleri tutarken, gözleri görürken “tereke”lerini güvence altına almalı, sağlam bir sığınak bulmalı. Kanaatimce Konya’daki en “muhkem sığınaklar”; Selçuk Üniversitesi kitaplıkları ve Konya Büyükşehir Belediyesi’nin “Koyunoğlu Müzesi”. Böylelikle eminim, terekemizden sürekli faydalanılır; ruhumuz da huzur içinde olur.