yazar-64
Han Duvarları'nda saklı musiki
Faruk Nafiz’i –eserleri itibariyle- tam olarak bir radyo programında okumak için seçtiğim şiirleri sayesinde tanıdım, diyebilirim. Tabi ki o yıllarda lise öğrencisi olarak ders kitaplarından da tanıyorduk “Han Duvarları” şairini… Ama tanımak sadece öğrenmek yahut duymak değil, aynı zamanda objeyle haşir neşir olmak veya ıstılâhi manada ifade edecek olursak onu hakkal yakin derecede bilmekse ben bahsi geçen şairimizi tanıma imkânını, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun yedi yüzüncü yılı vesilesi ile hazırladığımız “Tarihe Açılan Kapı” isimli radyo programı sayesinde bulmuştum. Tabi esas mevzua geçmeden önce ben bu programlar hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Çünkü Osmanlı Tarihi’ni konu alan bir programda Cumhuriyet Devri şairinin Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Anadolu’yu anlatan bir şiirini neden okuduğumu ve kendisini mesela Yakın tarihi konu alan bir programda değil de neden Osmanlı tarihini konu olan bir programda hakkı ile tanıdığımı anlatabilmek için konuya böyle bir parantez açmanın faydalı olacağı kanaatindeyim.
“Tarihe Açılan Kapı” programı kültürel anlamda program hazırlamanın hiçbir tecrübesine sahip olmadan hatta ömründe radyo mikrofonlarına dahi çıkmamış olan bendenizin “hadi yap” diye meydana itiliverip medya pazarında onu satmak için görevlendirildiği ilk programıdır. Ömründe radyo istasyonları ile alakası sadece o istasyonun gönderdiği iyonosferden gelen ışınları ses olarak kulağında hazır bulup dinleyen yüz binlerce dinleyiciden biri olmaktan öteye geçemeyen acizleri, girişinden tutun sunuluşuna gerekli dokümanları hazırlamaya varana kadar işi kendi üzerinde bulunca anladı bu işin teyp ya da radyo hoparlörlerinden duyulduğu gibi olmadığını… Bana bu hususta verilen tek nasihat radyo sahibi aynı zamanda genel yayın müdürü sayın Haşim Akten’in “Unutma sen bir belgesel çekmiyorsun. Dinleyiciye Osmanlı tarihini sevdireceksin dolaysıyla anlatmaktan ziyade sevdirmeye çalış…” yollu haklı ve işin felsefesini veren sözleriydi… Biz de madem iş sevdirmeye yönelik bir iş, bir düşünce, sevdirilecekse, hatta sevmenin kendisi de sevdirilecekse bu ancak şiirle olur dedik ve şöyle bir şablon çıkardık ortaya:
-jenerik
-Tarihimizi, tarihi şahsiyetleri, üzerinde tarihin yaşandığı coğrafyayı anlatan bir şiir
- Kronolojik olarak Osmanlı padişahlarının anlatıldığı bölüm
-Bir tane ara şiir
- Osmanlı savaşlarının ya da tarihi menkıbelerin anlatıldığı bölüm…
Bütün bunları yirmi dakikanın içine sığdıracaktım. Bölümlerin biraz orasından biraz burasından kısıp ötekini uzatarak sunmaya çalışıyordum programı.
“Han Duvarları” şiiri ise adı geçen bölümlerin hepsinden kısıp programın hemen hemen büyük bir kısmını-programın kendisi nekadarlıksa…- kendisine ayırdığım bir şiirdi.
Şiirde de aliterasyon denilen bir yolun olduğunu, bu yolla şiirde musikinin oluşturulduğunu hatta şiirin “…sözle musiki arasında sözden ziyade musikiye yakın”(1) bir Edebî tür olduğunu öğrenmeme henüz yıllar vardı. Ama o yıllarda bu şiiri mikrofon başında okurken orkestrayı idare eden bir şef edasıyla ellerimin gayri ihtiyari hareketleri hatta şiirdeki ağır ağır ilerleyen at arabasının tekerleğinin dönerken çıkardığı sesi anımsatan yeknesaklığa uygun bir tınıda fon müziğini seçmem bu şiirdeki henüz varlığından haberdar olamadığım bir musikinin adı konulmamış varlığını hissettiriyordu.