Esat Çoğal
Hey gidi günler heeey
Milletin 4+4+4 eğitim sistemini tartışıldığı şu sıralar, çocukluğum geldi aklıma ve ben de çok beğendiğim bu yazıyı sizlerle paylaşıyorum.
ÇOCUKLUĞUMDA...
Bizlerin çocukluk yıllarında annelerimiz çalışmazdı.
Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.
Hatta Babanım bile anahtarı yoktu.
Annem evimizin bir parçası gibiydi, hep evdeydi.
Yemek yapar, ütü yapar, çamaşır yıkar, evi temizler birde komşuya misafirliğe gider ya da misafir ağırlardı.
Sinemaya gidilecekse, birlikte giderdik, annemle kardeşlerimle, ya da arkadaşlarımla zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu ki...
Mahalle arkadaşı aynı zamanda, okul arkadaşımızdı.
En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.
Ya da bayramlarda lunaparka gitmekti
En eğlencelisi de yazlık sinemada, elimizde bir kese kâğıdı çekirdek ile film seyretmekti. Akşam ezanı okununca da mutlaka eve gelinir, yoksa annemden bir güzel azar işitirdim (ya da oklava)
Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.
Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.
Okula, arkadaşlarımızın evlerine gider, birlikte çıkar, oynaya, zıplaya yürüyerek gelirdik. Mahalle arası maç yapardık.
Okula servis falan da yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi.
En iyi okul ‘eve en yakın okul’ diye bir kavram vardı
Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık.
Annelerimiz bu durumu bildiklerinden, arkadaşlarımla, bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.
Mahallemizdeki teyzeler, Annemiz gibiydi. Hepsinin de adlarını bilirdik.
Susayınca girer evlerine su içerdik.
Ya da pencereden bize bir sürahi bir bardak uzatırlar, hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.
Kısacacı evine gidip gelen (...ki; sadece çişi gelen giderdi evine) elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.(Sıkma ve Salatalık) hiç unutamam...
Annem bana verdiği şeyden, arkadaşlarıma da gönderirdi.
Bu bazen bir sıkma, bazen bir meyve olurdu.
Mahalle bakkalına evdeki buzdolabın üstünde duran küçük bakkal defterini alıp, bakkala gider ekmek alır, defteri de işletirdik.
Annemimize yalvarırdık bitanede Tipi Tip alabilirmiyim anneee diye.
Sütlerimiz cam şişelerde, satılır eve gelen sütçüden süt alınıp sütlaç yapılırdı, Eğer süt kesilirse lor peynir yapılır, içine maydanoz ve soğan doğranır bir güzel yenirdi, yenmezse de peynirli börek yaptırılıp, limonata yada Ankara gazozu ile yenirdi.
Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi. Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık.
Çok garip ama kimse almazdı. Ne parayı ne çantamızı.
Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştırırlardı bizi...
Polisler gelmezdi kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.
Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz, onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazla saçlarımızdan çeker, birbirimizi iter, hayvan adları sayar, tekme atar, yine oyuna dalardık.
Birbirimizin suyundan içer, gazoz kapağına çamur doldurup kaydırmaca oynardık.
Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık. En değerli şeylerimizden biriside birktirdiğimiz misketlerdi.
Azar işitip, acillere taşınmazdık. Düşerdik ekmek çiğner basarlardı alnımıza, ya da et koyarlardı, oyuna devam ederdik. Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.
Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.
Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki. Komşularımızı neredeyse hiç tanımıyoruz. ‘Orada kim oturur hiç bilmem’ diye bir tabir var artık.
Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece; hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri. Alırdık tozları. Pazar günü kovboy filmi izler akşam uykudan önceyi izler yatardık.
TV’ler de programlar gece 24’te istiklal marşı töreni ile biter. Sabah saat 8’de istiklal marşı töreni ile açılırdı.
Evlerimiz var, içinde yaşayan yok. Parklarımız var, içinde oynayan çocuklar yok.
Çocuğun odası var, çocuk ortada yok.
Bizim çocuk odası yerine, kanepemiz olurdu sırtımızı dayadığımız yerde üç göz, birinde kazaklar, birinde pantolonlar, birinde de iç çamaşırlarımız olurdu.
Çekmecelerin üstünde iki sürgülü raf vardı birinde okul ders kitaplarımız, birinde de hikaye ve romanlarımız, orta açık gözde de biblolarımız ya da çift kaset çalar radyo teybimiz. Kanepenin sandığında da, yastığımız, çarşafımız ve yorganımız olurdu. Çarşafımızı çıkartır serer yatardık, , dürü kanepenin altına koyardık.
Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar, ışıl ışıl vitrinler, AVM’ler, girip çıkan yapay insanlar...
Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz.
Tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye hatırını sorançocuklarımız yok oldu.
Ben kapılarında 'vale'lerin, 'bady'lerin beklediği yerleri sevmemiş çekinmişimdir.
Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğumuza kızıp, taksitini bitiremediği arabamızın anahtarını, elinde sallamak, ters gelir bana.
Benim değildir bu kültür.
Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.
Nedir bunlar? Çocuklarımızı evlerdeki odalarına, kendi dünyalarına kapattık. Sanki birer yarış atı haline getirdik.
Reklâmlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.
Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.
İyi de neden böyle olduk?
Biz mi istedik?
Yoksa birileri mi böyle istedi?
'Her toplum hakettiği gibi yönetilir' derler ya, hakettiği gibi de yaşar diyelim mi?
Hoşça, sağlıcakla kalın. Ama en önemlisi nesline sahip çıkan adam gibi adam kalın.