Zeki Oğuz
Hoşgörüsüzlük
Son iki yazımda, iki bayan yazarımızın kitaplarından yola çıkarak, yazılarında kullandıkları dili eleştirmiştim.
O yazılara gelen tepkilerden anladım ki eleştiriye karşı tahammülsüz bir toplumuz. Hoşgörüsüz bir ortam içinde yaşıyoruz. Sadece kendi doğrularımız olduğu için bizden ayrı düşünenlere saldırmaktan çekinmiyoruz.
O iki eleştiri yazısını yazarken, bayan arkadaşlarımıza karşı saygı sınırlarını aşmadım. Osmanlıca, Arapça, Farsça kelimeler yerine arı duru Türkçe kelimeler kullanmalarının daha yerinde olacağını belirttim. Özellikle kırıcı, sert eleştiriden kaçındım çünkü bu arkadaşların emeklerine saygı duyuyorum, köşelerine çekilip gün tüketecekleri yerde bir şeyler üretmeleri alkışlanacak bir olay.
O yazılarıma bugün de aynı duygularla imza atarım.
Yazılarıma gelen eleştirilerin bir kısmında saygı sınırlarını aşan cümleler var. Kimi arkadaşlar da “Bizim mahalleye bulaşma” anlamına gelebilecek sözler sarf etmişler. Dostlar ne yazık ki aynı mahallede yaşıyoruz, çaresiz katlanacaksınız ya da bir Zeki Oğuz yazısı gördüğünüzde başınızı öte çevireceksiniz.
Şemsettin, yazısının başlığında başlamış suçlamaya. “tasavvuftan anlıyor musun ki” diye, bir soruyla başlamış yazısına. Ve devam etmiş. “Tasavvufi bir kitapta Arapça Farsça Osmanlıca kelime kullanmamak mümkün mü” Yeri gelince bu dillerden kelimeler de kullanılabilir ama benzer bir kitap arı duru Türkçe ile de yazılabilir.
“Bu taraklarda beziniz olmadığı için ne Şems’i ne Mevlana’yı manevi olarak anlayabilirsiniz.” diyor Şemsettin ve beni hala köy şivesiyle yazmakla suçluyor.
Birincisi, o ulu kişileri anlamak sadece Şemsettin gibilere has değil, olsaydı, saldıracağı yerde biraz daha hoşgörüyle yaklaşabilirdi olaya. İkincisi köylü şivemden de, günlük konuşma dilimden de memnunum, bu dili horlayanlara, haddini bil, derim.
Haddini bilmek, en değer verdiğim kurallarımdan biridir. Şemsettin benden öz Türkçe bir Şems kitabı yazmamı istiyor. Bu konulara ömrünü vermiş, Arapça, Farsça, Osmanlıca gibi dilleri ana dilleri gibi bilen hocalarımız varken bana haddimi bilmek düşer.
Bilmem anlatabildim mi, Şemsettin?
Bir Genç, diye imza atan ve kendisini tanıdığımı ima eden bir arkadaş, hayli uzun bir eleştiri yazmış. Yazısının başlığı şu: “Dinime küfreden Bari Olsa”. Cümle yarım gördüğünüz gibi. Keşke tamamlasaydı, onca saldırıdan sonra.
Kimi okurlar maalesef anlama özürlü.
Hiç ilgisi yokken beni materyalist bir anlayışla konuya yaklaşmakla suçluyor, genç arkadaş.
Dilde benim anlayışım şu, derdimi anlatmak gibi bir kaygım varsa günlük konuşma diliyle yazarım. Bunun hiçbir zararını da görmedim şimdiye kadar. Dahası böyle olduğu için okurum seviyor yazdıklarımı. Yeri gelir ve çok gerekli olur bir yabancı kelimeyi kullanırım. Kullandığım kelimenin halen halk arasında kullanılıp kullanılmadığına dikkat ederim. Örneğin ağda kelimesi, severek kullandığım bir kelimedir ve bu kelime üzerine kurulu onlarca deyim vardır dilimizde.
Dil yaşayan bir varlık. Toplumun gelişimiyle birlikte dil de gelişir, zenginleşir. Bu gelişme içinde kimi kelimeler unutulur, genç kuşaklar unutulan kelimelerle üretilen bir eseri anlamakta zorluk çekerler ve okumazlar. Bırakın Osmanlıca, Arapça, Farsça kelimeleri, toplumdaki gelişme ve değişmenin sonucu binlerce Türkçe kelime de unutulanlar arasına karıştı.
Genç arkadaşıma önerim, yalnızca tarımla ilgili geçmişte kullanılan ama günümüzde bir anlam ifade etmeyen kelimeleri bir araştırıversin. Binlerce kelime çıkar karşısına. Ve ben bir öykümde ya da yazımda onları kullanarak bir metin ortaya çıkarsam hiçbir anlamı olmaz, kimse de anlamaz. Ama şunu yapıyorum, yeri gelince o unutulan kelimelerden bazılarını kullanıyorum o birkaç kelime de bütünün içinde göze batmıyor.
Genç arkadaş, madem bu konuda bu kadar bilgilisin de Şems’le ilgili bir kitap neden yazmadın, gibisine cümleler kuruyor.
Bu kadar yavan olabilir bir tartışma.
Yukarda da belirttim, ben haddimi bilirim, bu konulara ömrünü vermiş hocalarımız dururken benim Şems’i yazmaya kalkmam edepsizlik olur.
Kişi duracağı yeri bilmeli.