Hasan Ukdem
İbadet ve Edebiyat
Sabah uyandığımda, daha önce ajandama not aldığım iki sözle düşünmeye başladım. Birincisi Ahmet Hamdi Tanpınar'ın " Atalarımız inşa etmiyor, ibadet ediyorlardı " sözüydü. İkincisi ise, Fatma Barbarosoğlu'nun, "Edebiyat hayattır. Hayatı olmayanların edebiyatı olmaz, edebiyatı olmayanların yaşadığı "hayat" değildir" sözü. Bir işi , ibadet eder gibi yapmak ve hayatı edebi yaşamak. İlk bakışta birbiriyle alakası yokmuş gibi duran bu iki veciz söz, biraz düşününce usul usul biri diğerine doğru yol alıyor.
İlk sözü okuduktan sonra, aklıma atalarımızdan bize kalan eserleri getirdim. Camiler, hanlar, hamamlar, köprüler, kaleler ve daha niceleri. Gerçekten de her biri yüzyıllardır dimdik ayakta duran müthiş yapılar. Hani güzel bir yemek yiyen evlat, annesine sorar ya: "Anne bu yemeğe ne koydun? çok güzel olmuş" diye. Anne de şöyle cevap verir ya: " Sevgi koydum " İşte bu yapılara da atalarımız sevgi ve iman koymuşlar belli ki.
İkinci sözde ise, yapmış olmak, bir şeyi meydana getirmek büyük bir iş, ancak onun edebiyatını yapmazsan, anlatmazsan, sonraki nesillere aktarmazsan eserlerin yok olup gitmese bile, anlaşılmayacağı için, gerektiği ilgiyi ve saygıyı görmekten uzak kalır. Bir de edebiyat kelimesinin kökünün edepten geldiğini düşünürsek, sözün istikameti daha da belirginleşiyor.
Şimdi bu iki vecizeyi günümüz yaşantısı üzerinden düşünmeye çalışalım. Bir işe kalkışan çağın insanı, önce bunu projelendiriyor, sonra uygulayacağı alanda çalışmaya başlıyor. Bu eser insan fıtratına uygun mu? Burada yaşayacak olanlar veya buradan faydalanacak kişiler kendilerini nasıl hissedecekler? Bu bina bura insanının inancıyla örtüşüyor mu? diye düşünmeden koca binayı ayağa dikiyorlar ve fiyatlandırıp satıyorlar. Hoş bunları satın alanların da böyle bir talibi yok zaten. Çünkü kadimden beslenen bir edebiyatları kalmamış. Mazinin üstüne siyah bir örtü örtülmüş ve çağın güya ilerici, aydın yüzüne bakıp duruyorlar, tıpkı tarihi bir binanın önüne gelip hayranlıkla, ama anlamadan duyulan bir hayranlıkla, "ya adamlar asırlar önce bunu nasıl yapmışlar?" hayretiyle geçip gidiyorlar.
Bu sadece binalar için değil, bir sanat eseri için de geçerli maalesef. Hatta o hayranlık bile yok desek yanlış olmaz. Güzel bir resim, harika bir şiir yada müthiş bir hikaye duyduklarında: "ya bırakın bunları, boş işler bunlar, karnını doyuracak şeylere bak" diyorlar. Tamam karnımızı doyuracak işlere bakalım da, senin ve senin gibilerin ruhunu kim doyuracak. O modern binalarda mutsuz yaşama mahkum olmuş onca insan ruhunu nasıl doyuracak? Ruh önce inançla teskin olur sonra edebiyatla, sanatla kendi özünü bulur.
İnsan sevdiği işi yaparsa, hayatta hiç çalışmaz derler. Zoraki para kazanma peşinde koşmak ise insanı vaktinden önce yaşlandırır. Ruhumuzu yok sayarak yaşayamayız. Yada günümüzde olduğu gibi görkemli mutsuzluklarla yaşadığımızı sanırız. "Bir yemeğin bozuk olduğunu anlamak için koca bir tencereyi yemek gerekmez, akıl baliğ olana bir kaşık kafidir" diyor Said Nursi. Biz ise bu tatsız tuzsuz, sanatsız, edebiyatsız hayatlarımıza her sabah uyanıyoruz ama tadında bir gariplik olduğuna bir türlü uyanamıyoruz.
Dünya çok hızlı bir şekilde, böyle kapitalist düşünen insanlar yüzünden büyük bir kaosa doğru sürükleniyor. Güçlü olan güçsüzü eziyor, Haklı olan hakkını alamıyor, masumiyetler tanınmıyor, çocuklar bile dünyanın gözü önünde katlediliyor ve kapitalizmin dili adaletten başka her şeye dönüyor. Herkes zenginin fıkrasını komik buluyor. Ama bu huzura, refaha, o umulan çağdaş yaşamaya yetmiyor. Çünkü yaptığın şeyi ibadet eder gibi yapmıyorsan ayakta tutma süren çok kısa oluyor.
Artık bir karar vermeliyiz. Artık kendi hakkımızdaki hükmü kaldırmalıyız. Artık özümüze dönmeliyiz ve edebi bir dil tutturup, yaşıyor olmayı başarma zamanı geldi de geçiyor bile. Boşluktan imana, israftan kanaate, kaostan huzura geçebilmenin yolunu bulmak zorundayız. Yoksa modern düşüncenin labirentlerinde kaybolup gideceğiz.
Sevgiyle kalın.