Mustafa Yiğit
“Kutuplaşan” değil “Kucaklaşan” bir medeniyet…..
Türkiye’de işler kimsenin umduğu gibi gitmiyor aslında.
Herkes bir beklenti içinde.
Yitirdiğimiz bir şeyi arıyoruz…
Sıkışmışlık hali tüm insanların yüzünden okunuyor.
Boğuluyoruz. Yoruluyoruz…
Kin ve nefret kusuyor, çoğu zaman da susuyoruz…
Başka gündemleri yaşarken yıpranıyoruz.
Her olay sonrasında kurumlara, devlete, sisteme olan inancımız daha da sarsılıyor.
Adalete, hukuka, değerlere kimse eskisi gibi inanmıyor…
Doğru ve yanlış iyi ve kötü kavramları herkes için farklı anlamlar taşır hale geldi.
Çünkü “kesin inançlı” insanlardan müteşekkil bir topluma doğru gidiyoruz.
Kendi inandığı şeyin tek doğru olduğunu karşısındakine dikte etmeye çalışan bir toplumla karşı karşıyayız…
Buna günümüz deyimiyle “kutuplaşma” diyoruz.
Kutuplaşan insanların giderek arttığı bir toplum hergeçen gün daha da mutsuzlaşan, daha da yaşanmaz bir hal alan toplumdur.
Çünkü kutuplaşan toplumlarda her iki tarafta kendi korunaklı “mahallelerine” çekildikçe öbür mahallelerin acılarına sevinçlerine bigane kalırlar.
Ve herşeyden öte, “Millet ortak acı ve sevinçleri paylaşan insanlardan oluşur” düsturu kutuplaşan toplumlarda yavaş yavaş yok olur.
Evet, kutuplaşan toplumlar millet olma özelliklerini yitirirler, “yığın” haline gelirler…
Kutuplaşan toplumlar; birbirlerinin kutsalına saygı duymayan ve yalnızca birinin diğerine galebe çalmaya gayret ettiği toplumlar halini alır.
Kutuplaşan toplumlar; bir arada yaşayan ancak duygusal kopuşun gerçekleştiği ve nefret sınırlarıyla örülü bir yapı şeklinde karşımıza çıkarlar…
Bu toplumlar, birbirlerinin acılarına ortak olmak yerine “oh olmuş” diyen, sevgi ve merhamet duyguları “kutuplaşma” siyasetiyle dumura uğrayan toplumlardır.
Bu toplumlar, birbirlerinin sevinçlerini “kursaklarında bırakmak için” fırsat kollayan acımasız, merhametsiz yığınlar halinde arzı endam ederler.
Herşeyden “nem kapan”, her olayı “krize” dönüştürmeye çalışan ve birlikte yaşama inancını yitiren bu toplumlar için “dış mihraklara” , “acem oyunlarına”, “faiz lobilerine”, “terror örgütlerine” ihtiyaç yoktur.
Kutuplaşan toplumlar birbirlerini sozkonusu bu dış oyunlara ihtiyaç duymadan da yer bitirir.
Çünkü artık karşımızda “Sevgisiz” bir toplum vardır.
Sevgisini yitiren toplum zamanla herşeyini yitirir….
Hepimizin üzerinde düşünmesi gereken şey aslında budur.
Bu toplumlar; herşeyi kendine dönük “saldırıymış” gibi algılayan ve bunu toplumun tamamına mal eden, meseleleri konuşmaktan ziyade, kutuplaştırarak çözümsüzlüğe yelken açan “başarı” odaklı siyasal projelerin en sevdiği toplumlardır.
Bu projeler “kazan kazan”dan başka bir dünya görüşünü benimzemezler. Topluma yalnızca “kazanma” ve “başarma” duygusunu pombalarlar.
Bireylerin en küçük duygusallığını ya da “insanlığı”nı zaafiyet olarak algılayan bir mekanizmanın savunuculuğunu yaparlar.
Bu komünizm dönemlerinde böyleydi…
Komünist bütün insani zaaflardan bigane bir yaratık olmak zorundaydı…
Aile, akraba, din gibi zaafiyet gerektiren bağlarla insanların ilişkisi bu nedenle tek tek koparılmıştı…
Bu projeler çoğu zamanda bunu sureti haktan görünerek gerçekleştirirler…
Mesela bunlar zaman zaman “Müslüman zengin olmalıdır”; “Müslüman güçlü olmalıdır” diyerek güce tapınmacağılı meşrulaştırırlar…
Karşımıza bu şekilde çıkarlar…
Bu güç tutkusunun zamanla “Müslüman”ı esir aldığını göremezler, çünkü güç gözlerini kör etmiştir…
Ve bu gücü korumak için ne pahasına olursa olsun, isterse inandığı değerler pahasına olsun, başkalarını “güçsüz bırakmak” gerektiğine kendilerini de inandırırlar…
Sonrasında ise bugün “İslam” dünyasının pek çok yerinde yaşanan ve “İslam” adına yapıldığı iddia edilen kepazeliklere katlanmamız istenir…
Oysa ki, bizler “kutuplaşan” değil “kucaklaşan” bir medeniyetin çocuklarıydık.
Bizler “bir hırka, bir lokma” diyen bir medeniyetin çocuklarıydık…
Bizler ilk inananları toplumun ne zayfıf halkalarından oluşan, bir çocuk, bir köle ve bir kadın üzerinden yükselen bir dinin temsilcileriydik…Hatice, Ali ve Zeyd’in cihan peygamberine omuz verdiği “gariban” bir dinin saf imanlı takipçileriydik….
Adına başarı denilen, zenginlik denilen rahmaniliğinden çok şeytaniliği dürtüleyen güdülerin bu kadar kolay esiri olmamalıydık…
Bizden olanlar ve olmayanlar diye toplumu bu kadar çabuk yargılamamalıydık…
Ebu Hanife gibi Camii’de Hristiyan rahiplerle saatlerce tartışan, hep konuşan değil, once dinleyen sonra konşan ve kelamların en güzeliyle seslenen bir dinin mensupları olduğumuzu bu kadar çabuk unutmamalıydık…
Yeniden “kucaklaşmak” için İnşallah herşey çok geç değildir.
Bu vesileyle bize sabahları kalkıp yeşil kaplı kitabından “din iyi adam olmaktır, iyiliği emretmektir, kötülükten sakınmaktır” düsturunu öğreten, Müslüman’ın parayla değil gönülle işi olur düsturunu eliyle, diliyle, davranışlarıyla öğreten babamı da babalar günü dolayısıyla rahmet ve minnetle anıyorum. Hayatta olan tüm babaların da küçük büyük demeden ellerinden öpüyorum…