Saffet Yurtsever
Mehmet Akif’i anlamak
Hayatı, inancı, şiiri ve tefekkürleriyle milletimiz için adeta bir ufuk olan Mehmed Âkif Ersoy, üç kıtada kadim bir medeniyet kuran Osmanlı Devleti’nin, yedi düvelin içeriden ve dışarıdan altını oyduğu ve karışıklıklar içinde parçalamaya çalıştığı bir dönemde(1873); sade ve geleneksel bir hayatın yaşandığı İstanbul’un Fatih semtinde doğar. Öğreniminin bir kısmını burada tamamlar.
Evladını bir âlim saygınlığı içinde görmek isteyen bir anne ile inanç, ilim ve dâvâ adamı olan bir babanın oluşturduğu aile ortamında çocukluğunu yaşar.
Ona edebî ve fikrî kişiliğini kazandıran; “O benim hem babam, hem de hocamdır. Ben hayatta ne öğrendiysem ondan öğrendim.” dediği babası Tahir Efendi’dir. Tahir Efendi, son nefesine kadar, tüm imkânsızlıklara rağmen, oğlu Akif’i, bir baba şefkâti ve hassasiyetiyle her türlü maddî ve manevî ilimlerle donatmaya çalışır.
Daha on dört yaşındayken babasını kaybedip bir süre sonra evlerinin yanması üzerine Akif’in mülkiye çevresinde süren hayatı tamamen değişir ve hayata erken atılacağı bir tercih yapmak durumunda kalır: Baytarlık’ta karar kılar.
1893’te okulundan biricilikle mezun olarak Ziraat Nezareti emrinde göreve başlar. Bu görev, onun ülkenin batısından doğusuna dolaşmasını sağlar; oradaki insanların yaşadığı güçlükleri, acıları ve imkânsızlıkları yaşayarak görür. Aynı yıl İsmet Hanım’la izdivaç yapar.
1906 yılına kadar dolaştığı ülkesinde gördüğü kan, gözyaşı, yokluk, acı ve keder dolu savaş ortamı onu üç kıtaya adalet ve huzur götüren bir milletin nasıl olup da bu duruma düştüğüne dair tefekküre sevk eder.
İstanbul’a döner dönmez milletinin sorunlarına kurtuluş reçeteleri üretmek için yakın arkadaşı Eşref Edip’in çıkardığı Sırat-ı Müstâkim dergisinde, daha sonraları da Sebilü’r-Reşad’da şiirler yazmaya başlar.
Mehmet Akif, bir aksiyon ve bir dava adamıdır. Bu yüzden duygu ve düşünceleri zaman zaman koskoca bir denizin girdapları gibi fırtınalar oluşturur. Bu fırtınalar şiirlerine yansır. Bu şiirler ise yoksul ve mazlum milletinin yüreklerinde akis bulur, umut olur. Böylece vatanın her köşesinde ortak bir aklın oluşmasını sağlar.
İttihat ve Terakki’ye şartlı katılır; fakat iktidarın halka zulmünü çok ağır bir şekilde eleştirir. Meşrutiyet’in ilanında yaşadığı heyecanı şiirlerinde yansıtmasına rağmen Meşrutiyet’le birlikte ülkedeki azınlıkların isyana dönüşen davranışlarına şahit olunca Süleymaniye Kürsüsü’nde bu ilanı yerden yere vurur.
Mehmed Âkif meşhur bir şair olmasına rağmen sıradan biri gibi görünmeye çalışır. Arkadaşı Mithat Cemal, onun bu özelliğine duyduğu hayranlığı; “Yüz kahramana yetecek ahlâk ve seciyesiyle sıradan bir insan gibi yaşıyor!” sözleriyle anlatır.
Çanakkale Zaferi’ne şahit olduktan sonra gözyaşlarını tutamayıp; “Artık bir kez daha inandım ki bu millet asla esareti ve yenilgiyi kabul etmeyecek kadar üstün vasıflara sahiptir.” diyerek; bu inanç ve heyecanla Milli Mücadele’nin yeni filizlendiği Ankara’ya gelir.
Millî Mücadele’nin ilk yıllarında çıkan bütün olaylarda, bütün isyanlarda gece gündüz demeden oradan oraya koşarak halkını uyarır ve halkın isyancılara katılmasına engel olur.
O, büyük sanatçılarda az görülen bir alçakgönüllülüğe sahipti ki; İstiklâl Marşı’nın mecliste oylanıp oy çokluğu ile kabul edilmesinin ardından ortalık sevinç ve heyecan içinde çalkalanırken gizlice ayrılarak Taceddin Dergâhı’na gider. O, özü ve sözü bir, söyledikleriyle davranışı örtüşen, inançlı ve inancının gereğini eğilip bükülmeden yaşaya bir şair, bir fikir adamı oluşunu şöyle dile getirir:
“-Hayır, hâyâl ile yoktur benim alış verişim;
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.
Şudur cihânda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun, hakikât olsun tek!”
Millî Mücadele kazanıldıktan sonra ön planda olmayı sevmediğinden uzun bir süre İstanbul’da Kurân-ı Kerim tefsiriyle uğraşır. Aylarca ortalıkta gözükmediği olur. Fakat ülkesinde olan her şeyden haberdardır. Ancak o, artık siyasetten uzak kalmayı tercih eder.
Millî Şair Mehmed Âkif, 1926 yılında siyasî gelişmelerin de etkisiyle çok sevdiği ülkesinden ayrılmak zorunda kalır ve Mısır’a gider. Orada Türkçe öğretmenliği yapar. Vatanına olan özlemini sık sık terennüm eder.
“Neden kalbin kararmış? Bin ocaktan bir ziya yok mu?
İlâhi, kimsesizlikten bunaldım, âşinâ yok mu?
Vatansız, hanümânsız bir garibim… Mültecâ yok mu?
Bütün yokluk mu her yer? Bâri bir ‘‘Yok!’’ der sadâ yok mu?”
Mısır’daki hayata uyum sağlayamaz. Siroz hastalığına yakalanan Âkif, önceleri önemini anlayamadığından hastalığının sadece hava değişimiyle geçeceğini zanneder. Ancak böyle olmaz. Hastalık onu harap eder, bir deri bir kemik bırakır. Israrlar üzerine İstanbul’a getirilir. Uzun süre hastanede yatar. Fakat hastalığının önüne geçilemez ve 27 Aralık 1936 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşur. Devlet ve hükümetten hiç kimsenin ilgilenmediği İstiklâl Şairi’nin na’şı bir grup üniversite gençliğinin katılımlarıyla Edirnekapı Mezarlığı’nda ebedî yolculuğuna uğurlanır. Sessizce geldiği dünyadan “Allah(cc) bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!” duasıyla ve “Safaat”ını bırakarak yine sessizce ayrılır.
“Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!...” mesajının verildiği İstiklâl Marşı levhalarının zemininde bulunan Mehmed Âkif resimlerinin sakallı olduğu gerekçesiyle bin yıl süreceği söylenen 28 Şubat Post-Modern Darbesi sürecinde resmî kurumlardan ve okullardan indirilmiş, hâlâ da yerine konamamış olması da oldukça düşündürücüdür.
Allah(cc) mekânını cennet etsin.