yazar-13
Men Dakka Dukka
MEMLEKET’E MASALLAR
MEN DAKKA DUKKA*
Bir varmış, bir yokmuş. Memleketin birinde bir arslan varmış. Arslan da tam arslanmış. Hayvanlığının ve krallığının verdiği güçle etrafı kırıp geçiriyormuş. “Ben kralım, ülkemin selâmeti adına…” deyip milletin canına okuyormuş. Halbuki yaptıklarıyla sadece nefsinin sesini susturuyormuş.
Bu arslanın yanında bir Akkulak varmış ve arslan ona itibar edermiş. Garip bir yaratıkmış bu Akkulak. Kulağının içindeki kılları ağarmış olduğundan ona böyle diyorlarmış. Yaşlıca bir eşekmiş ve arslanın en yakınındaki dostuymuş.
Ona, yani arslana “yapma” demiş. “Zulmediyorsun.. Kimsenin âhı yerde kalmaz. Gün olur, ettiklerin karşına çıkar, o gün seni ben de kurtaramam” Arslan bu, dinler mi... Dinlememiş ve kırarak, dökerek, can yakarak, can alarak yoluna devam etmiş.
Herkesin bir dayanma gücü vardır. Akkulak “arkadaş, buraya kadar. Sana öğüt verirken yoruldum. Ve benim nasihatlarım sana tesir etmiyor. Bana eyvallah..” deyip, ayrılmak isteyince, arslan bu sefer ona diklenmiş, gitme, demiş, sonra senin hakkında iyi olmaz, demiş. Madem yoruldun, git dinlen, ama yine dön.” demiş.
Böylece, binbir düşünce ve yorgunlukla ormanın derinliklerine doğru, kulaklarını sallayaraktan yürümüş yaşlı eşek veya bilge dost. O yürüdükçe düşünceler beyninde bir o yana, bir bu yana seğirdişip durmuşlar. Yorulmuş ve bir çayırlığa ayaklarını uzatıp, dinlenmeye varmış.
Ormanın sessizliğinde bir çıtırtı, testere sesine benzer bir ses duymuş. Bir yerde bir şey çıtırdayıp duruyormuş ve başka bir ses, ağlama makamında yalvarıyormuş: “Yapma, o kemirdiğin benim damarımdır. O olmazsa ben ölürüm, susuz kalırım, ekmeksiz kalırım ve ölürüm, kesme, keserek eline ne geçeceğini umuyorsun?”
Akkulak anlamış ki bir fare bir fidanın toprakla buluştuğu yeri kemirmektedir. Fare ağlamayı dinlemez. Duymazdan gelmiş ve biraz sonra fidan, nazlı çıtırtılarla ve feryat eden seslerle yıkılmış, az sonra da gölmüş.
Ay ışığı çayırlığı aydınlatıyormuş ve gecenin bu saatinde çimenler acem halısı gibi parıldıyormuş. Tam bu sırada pınara su içmeye gelen irice bir yılan, karnı tok fareyi görünce sevinmiş. Bir taşla iki ava sahip olurum demiş ve koca ağzını açıp fareyi oraya hapsedivermiş. Yutmuş fareyi. Suyunu da içip sindirime geçmiş. Suyun kıyısına kıvrılmış.
Aylı gecelerde su başları tekinsizdir. Sevgililer oraya buluşmaya gelirler ve mahremiyetlerini bozan her şeye karşı merhamet göstermezler. Kirpi, dikenli kürkünü çalılara süre süre çeşmeye yaklaşmış. Orada kıvrılıp yatan yılan, ayın altında gümüş düğmeler gibi parıldıyormuş. Kuyruğunu bulmuş ve onu sallamış. Neye uğradığını şaşıran yılan, asker palaskası gibi açılıp savunma durumuna geçecek iken, buna vakit bulamamış. Tortop olan kirpi, onun üzerinde dam yuvakları gibi yuvarlanmış. Yılanın bedeni kalbura dönmüş. Her gözünden kan fışkıran bir kalbur. Kirpi kan emmeye koyulmuş. Yılan elbette ölmüş.
Akkulak bir kenarda perişan, olanları gözlüyormuş. Devam eden her halka onda binbir ibrete vesile olurken, bir ara anırası gelmiş. Ne de olsa eşekmiş. Fakat bazan eşekler bile istediklerini, istedikleri zaman yapma hakkına sahip değildirler. Kendini tutmuş ve olanları izlemeye devam etmiş.
Bir tilki peyda olmuş. Ortalıkta dolaşan karnı tok kirpiyi görünce, onu kısmet belleyip üstüne koşmuş. Kirpi dikenli bir top olup, burnu dışında her şeyini dikenli kürkünün altına çekip, kendini sözde güvene almış. Tilki bu, onda bin oyun vardır. Gidip kirpinin tek açıkta olan yerine, burnuna işemiye başlamış. Neye uğradığını şaşıran kirpi telâşeyle, elinde olmadan açılır-açılmaz tilki onu boğazından yakalamış. Ve haklamış.
Allah’ın adâleti durur mu, yorulur mu? Devam etmiş. Ötelerden geçen sürünün köpeği su içmek için buraya uğrayınca tilki nereye kaçacağını şaşırmış. Sağda solda in aramış, inlemiş, ama köpek onu dinlememiş ve köpek dişlerini tilkinin boğazına geçirip onu orada halletmiş. Sürüsüne dönüp çobanına müjde vermeyi düşünürken, sürüyü gizliden gizliye ve uzaktan izleyen bir kaplan, önünde hazır bir köpek, bir av görünce, durur mu, durmamış ve bir pençe ile köpeği yamyassı etmiş. Köpeği kendine kahvaltı etmiş.
Bu gürültüler olurken, omzunda altıpatları olan bir avcı durumu görmüş, mevzilenmiş ve altıpatlarını kaplanın üzerine boşaltmış. Kurşunlar bir tarafından girip öte tarafından çıkmış zavallı kaplanın. Dermansız, gecenin karanlığına uzanmış ve can vermiş. Parlak ve pahalı bir deriye sahip olan avcı, sonuçtan memnun, kaplanın derisini yüzmüş, tuzlamış, katlamış atının terkisine atmış. Pırıl pırılmış post, pek güzel görünüyormuş. Atını sulamak için pınara uğrayan bir süvari selâm vermiş avcıya. Gün ışımış artık. Akkulak çalıların içine iyice sokulmuş ve kendini gizlemiş.
Süvari, postu satın almak istemiş. “Hayır” demiş avcı. “Ben uzun zamandır bunun peşindeydim. Onu buldum, yendim ve şimdi bu galibiyetimi millete göstermeliyim. Postu bu sebeple satmayacağım.” Süvari “ne pahasına olursa olsun, ben bu posta sahip olmalıyım” deyince kavga başlamış. Atını avcının üzerine sürmüş ve kafasına bir topuz vurunca avcı cansız yere serilmiş. Ölmüş gitmiş de, gözleri hâlâ posta bakar gibiymiş.
Süvari, postu atının terkisine atıp, hızla, heyecanla ve telâşla oradan uzaklaşmak istemiş. Atını fazlaca mahmuzlamış. At, çok gitmeden ayağı tökezleyince aniden duralamış ve o hızla atın üstünden fırlayan süvarinin kafası bir kayaya çarpıp sekiz parçaya ayrılmış. Meşe çalılarına beyni ve saçları takılmış. Parça parça olmuş.
Akkulak, olanların seyrinden perişan, belki son olarak bunları duyarsa eski huylarından çıkar, adam olur diye, dostu arslana bir dostluk daha yapmak istemiş. Onu bulmuş ve anlatmış gördüklerini.
“Bunlara bu gözlerimle şahit oldum. Daha önce nazari bildiklerim vicahiye dönmüştür. Gel etme, değiştir huylarını kimsenin âhı yerde kalmıyor, üstelik bunun için zaman da kaybedilmiyor. Eden, hemen karşılığını buluyor. Atalar “men dakka duka” derken, eden mutlaka bulur, derken masal söylememişler, gerçek söylemişler…” dediyse de arslan önce kükremiş ve arkasından gülmüş. “Dostum eşek, sen artık yaşlısın. Yaşlı bilgeler en sıkıcı insanlardır. Kendi yapamadıklarını kimsenin de yapmasını istemezler. Hadi sana uğurlar olsun”
Akkulak bir tarafa, arslan bir tarafa yönelmişler. Akkulak telaşlı ve üzgün, arslan heybetli ve üzgünmüş. Bunca yıllık dostluk böylece bitmeye durmuş.
Arslan epey uzaklaştıktan sonra, yanında dünya güzeli iki yavrusuyla sudan dönen bir ana ceylân görmüş. Ceylan ailesi tam kaçmaya yeltenmişler iken yollarını kesen arslan “durun yahu, siz ne biçim halksınız. Hiç ülkenin hükümdarından kaçılır mı? Hem bu korkunuz neden?” diye sormuş.
Anne ceylan başına gelecekleri bildiği için yalvarmaya başlamış. Bir gözünden kan, ötekinden yaş geliyormuş. Ağladıkça ormandaki meşeler yapraklarını karartmışlar, çınarların her dalı bir ifrit olup beklemişler, karıncalar bütün trafiklerini ve nafaka koşuşturmalarını durdurup beklemişler. Yakınlardaki pınar suyunu tutmuş, kimseyi yanına yaklaştırmamış ve yaklaşan cinâyet ânının sıkıntısını yaşamaya başlamışlar: “Sen yücesin, demiş ana ceylân, Tanrı senin kısmetini başka bir şekilde de verir. Bunlar benim ciğerparelerim. Ben, efendimize kendi gönlümle ve rızâmla akşam yemeği olacağım. Bunu kendi isteğimle yapacağım. Yalnız onlara dokunma. Onlar daha iyiyle kötüyü tanımadılar. Daha kursaklarına bir tutam ot düşmedi. Benim sütümden başka bir kısmetleri yoktur. Beni al, onlara dokunma..” Arslan “peki demiş, önce hafif bir yemekle işe başlayacağım, çocuklarından birisini sen seç yolla bana. Doymazsam ötekini de rica edeceğim. Onunla da muhtemelen doyarım. Seni yuvama götüreceğim. Çünkü iki küçük yavrum orada beni ve onlara getireceğimi bekler durumdalar. Haydi, fazla gevezelik edip beni daha fazla acıktırma” dedikten sonra, anne ceylanın gözyaşlarına, feryat-figanlarına ve beddualarına aldırmaksızın yavru ceylanlardan birini önüne çekmiş ve anasının gözü önünde… yemiş bitirmiş. Sonra diğerini. Sonra anneyi, annenin ölü bedenini sırtına vurup, ininin yolunu tutmuş.
Allah’ın hikmeti, o, ininden uzak, ceylan ailesiyle didişip cebelleşirken, onların canlarını alırken, iki avcı da gelip, arslanın inindeki iki yavruyu görmüşler, onları vurmuşlar, derilerini yüzüp heybelerine koymuşlar ve oradan ayrılmışlar. Arslan inine dönünce orada, postları soyulmuş, al kanlar içinde yatan iki ciğerparesini görmüş ve çılgına dönmüş. Öyle ağlamış, öyle kendini paralamış ki, orman orman olalı böyle acıklı bir ağlama duymamış. Bu zalim hükümdardan elaman diyen halkı bile onun ah ve figanların karşısında olanları unutup ona acımaya başlamışlar.
Komşu çakal, bu hengâmede çıkıp yanına gelmiş. Aklı başında bir hayvanmış bu komşu. Ona demiş ki: “Bana bak.. Sen arslansın ama bazı meselelerin farkında değilsin. Öyle etrafta caka satmayla, efelikle arslan olunmaz. Sen kendini şu anda boşuna üzüyorsun. Bu çektiğin senin başkasına yaptığının aynısıdır. Bu senin cezandır. Ceza demek “karşılık” demektir ve ilâhi hükümdür ki, hiçbir şey cezâsız, yani karşılıksız kalmaz. Ve Tanrı, senin sandığından çok daha fazla, ama çok fazla âdildir. Kimse senden bilek gücüyle intikamını alamıyorsa sen onları sahipsiz mi sanırdın? Şimdi sesini kes, inine dön ve gözlerini kapamadan bir muhasebe yap. Fakat dürüst ol. Hiç olmazsa kendine karşı dürüst ol..”
* * *
Sevgili Uğur (Özteke) için not:
Sevgili Uğur,
Telefonda bana “Emeklilik nasıl bir köy, nasıl memleket?” diye sormuştun. Cevabı şöyle: Burada fincancı katırları olmadığı için, iyicedir. Hem oldukça iyicedir. “Masal dinleyenler” sınıfından “masal anlatanlar” sınıfına geçiyorsun. Az şey değildir. Bunu buraya gelince daha iyi anlayacaksın..
“Masal” meselesine gelince. Bu “memleket” şimdiye kadar hep masal dinledi. Bundan sonra da dinleyecek. Âlemin dışında kalmamak için bir ucundan da biz başlayalım diye düşündük.
Bu masallar sürecek.
Masal, eğer son günlerin gidişatına zaman zaman benzerlik gösterse de bu bir tesadüftür, dikkate alma. Eskiler buna “tevafuk” derler. Esasen herhangi bir vebali varsa da bu Beydebâ denilen adamın boynundadır.
Dostlara selâmımı söylersin değil mi? Âdem, Hakkı, M. Ali, Murat, hepiniz iyilik üzere olun, sağlıcakla kalın. Baki selâm..
Ağabeyin
Kâmil
* “Eden Bulur” mânâsında bir söz