M. Faik Özdengül
Mesafe
Bundan yaklaşık 10 yıl önce ülkemin doğusunda bir yerde Kürt kökenli bir avukat arkadaşımla çeşitli konularla ilgili görüş alışverişinde bulunmuştuk. Sonunda hava biraz gerginleşince ben birlikte bir şeyler yemeyi teklif ettim. Hemen yakınımızda da bir pastane vardı. “Hem Türk-Kürt kardeşliğini pekiştiririz” dedim. Espri yaptım güya. Hayır, dedi arkadaş. Siz ezen ulussunuz, dedi. Donup kaldım. O zaman neden böyle düşündüğü, konunun nedenselliği ile ilgili uzun uzun düşünmedim. Bir şekilde birlikte oturmaya ikna ettim ve beraber bir şeyler atıştırdık. Zaten aramızda etnik kökenimiz dışında hiçbir fark yoktu. Hemen her konuda aynı düşünür aynı davranırdık. Ve özellikle ben etnik kökenin bir fark olduğunu daha doğrusu ayrıştırıcı bir fark olduğunu hiç aklıma getirmemiştim. Ama o bir farklılık oluşturmuştu zihninde. Onun hissettikleriyle ilgili bir yargıda bulunmadım. Muhtemeldir ki yaşadıklarıyla ilgiliydi. Ya da duyup dinledikleriyle.
Bugün bu mesafenin yani görünmez mesafenin belirginleştiğini fark ediyorum. Birileri bir şekilde bilmediğimiz zamanlarda çalışmış ve bilinçdışı korkuları, farklılığı belirginleştirmiş. Hepimiz her yerde aynı şeyleri dinliyoruz. Beraberliklerimizi, et ve tırnak oluşumuzu, ayrılamayacağımızı filan. Ben de böyle olmasını umuyorum ve bir şekilde olacağını da düşünüyorum fakat ülke olarak bazı bedeller ödemekten de korkuyorum ve bunun önlenmesinin bizim sağduyumuza bağlı olduğunu düşünüyorum.
Hızla geriye gittim şimdi tarihte, 1800’lerin sonlarına doğru. Kesin tarihten çok dönemsel. Eğer o dönemde yaşasaydım ve yine bir gazetede yazsaydım ne yazardım? Neyi söylerdim?
Ülkedeki karışıklıklardan duyduğum üzüntüyü hissettirirdim, ayrılıkların kaşınmasının doğuracağı sonuçları hatırlatırdım, aynı imparatorluğun unsurları olduğumuzu yazardım. Arap, Arnavut, Boşnak, Çerkes ve daha onlarca etnik guruba hepimizin bu enkazın altında kalabileceğimizi ikaz etmek isterdim. Edenler de oldu o dönemde nitekim. Ve hepimiz bir enkazın unsurları olduk. Buna ne neden oldu? Hepimizin malumu. Tüm nedenler ve tarihsel sonuçlar bir yana, hepsinden önemlisi krizi yönetemedik. İngiliz imparatorluğuna bakalım. Başlangıcından bu yana hep bir şekilde işin içinden sıyrılan yapılarını ve hala her toplumla ilişkilerini hiç komplex yapmadan sürdüren ve hep bir şekilde ayakta kalan politik stratejilerini. Araştırılmaya değer bir konu bence. Burada bu yazıda işin siyasi ya da politik ayrıntılarına girmeyeceğim. Sadece sürekli devam eden aynı davranış stratejilerimize dikkat çekmek istiyorum.
Bunca kültürel birikimimize rağmen neden olayların arka planını yani hikmeti görme güçlüğü yaşıyoruz ki? Bu günkü yaşadıklarımızın senaryosunu yazan her kimse 1800’lerdekilerle aynı olduğunu göremiyor muyuz? Basit bir lig maçında stadyumda farklı iki şehir seyircisinin yaşadığı duygusal karmaşayı mı yaşayacağız bu konuda da? Belki de asıl sorun burada. Bilgiden ve soğukkanlılıktan uzak ve işin sonunu göremeyen duygusal çocuk yapımız asıl sorun ve bir türlü büyüyemeyen yanımız. İyi padişah iyi toplum, iyi yönetici iyi toplum, iyi baba iyi çocuk, kötü baba kötü çocuk. Başından beri, taa en başından. Kültürel saldırıya maruz kalışımızdan bu yana hep küçülüyoruz ve bugün geldiğimiz noktada da yine aynı tehlikeyle karşı karşıyayız. Ayrılıkları farklılıkları kaşıyanlara dikkat kesilelim lütfen.
Adı ya da etnik kökeni ne olursa olsun eğer aramızdaki farkları işliyorsa bizi küçültmek isteyenlerin yanındalar. Bizi ayıran değil bir arada tutan bağlara odaklanmak. Kriz anındaki asıl serum bu. Sonrası zaten bilgiyle, akılla, hikmeti elde etmekle, duyguları ve öfkeyi kontrol edebilme yetisinin oluşturulabileceği olgunlaşma ile mümkün. Hiç birimiz Tanrı değiliz. Yargılama hakkımız yok. Kuralları biz koymayacağız. Konulmuş kurallar açık. Hiçbir etnik unsurun diğerine üstünlüğü yok. Üstünlük ancak takva ile. Bize düşen adil olmak. Ve asıl Tanrı’nın yakınlığına ulaşma çabası içinde olmak. O’na sığınmak. O’na yakın olana yakınlaşmak. O’nun dostlarıyla dost olmak.
İşin olmazsa olmazı ise dua.
www.pozitifdegisim.com