Mustafa Yiğit
Nerede o eski “Dayıbaşı”lar…
Bu ismi ilk duyduğumda sanırım altı yedi yaşlarındaydım. “Dayıbaşı”nın bir adam olduğunu düşünmüştüm. Ancak daha sonra bunun şeflik gibi bir şey olduğunu öğrendim.
Mahallenin kadınları evlerinin geçiminin bir tarafından tutmak için sabahın ilk ışığında Çınaraltı Camiinin meydanında toplanırlardı.
Sadece mahallenin kadınları değil, kimileri okul tatilinde sahillere, yazlıklara giderken, okul harçlığını çıkarmak için bu bahçelerde yaz boyunca çalışan 13-15 yaşındaki genç kızlar da Çınaraltı Camiinin meydanında kırağı vakti toplanırlardı.
Velhasıl, bizimkiler, annem ve ablalarım, amca kızları, hala kızları ve mahallenin diğer kadınları, gençleri…
Peki nereye mi giderlerdi?
Pancar çabası zamanında pancara, kiraz zamanında kiraz toplamaya civar köylerin bahçelerine.
İşte onları oraya götürmekle görevli kişiye “Dayıbaşı” deniyordu.
O “Dayıbaşı” mahallenin kadınlarını Çınaraltı meydanında bir traktörün römorkuna doldurur çapa yapılacak köyün yolu tutulurdu.
Güneşin altında, kırın ortasında çapalanan pancarlar, toplanan kirazlar sonrası yorulan, elleri nasır tutan, takatten düşen bu kadınlar için en büyük mutluluk belki de akşama “Dayıbaşı”dan alacakları gündelikleriydi.
Dayıbaşı, bizimkileri akşamı ezanı sonrası yine aynı meydanda bırakıyor, günlük yevmiyelerini bahçe sahibinden aldığı parayla öderdi.
Ben ilk kez “dayıbaşı” ismini öğrendiğim vakitlerde aynı zamanda çok daha önemli bir şeyi de öğreniyordum, helal kazancın, alın terinin ne olduğunu bu kazanılan paranın hangi zorluklarla kazanıldığını ve bu helal kazanca nasıl sahip çıkıldığını o günlerde, annemlerin, ablamların konuşmalarında duyuyordum.
Dayıbaşı, götürdüğü kişi başına para alıyor, kendisi çalışmıyor ancak bahçe sahipleriyle, iş sahipleriyle bağlantıyı kuruyordu.
Aslında “Dayıbaşı” da dışarıdan biri değildi. İçimizden biriydi, mahalleden Elif Teyze’ydi. Sanırım o da ilk önceleri böyle gündeliğe gidiyordu, sonradan “dayıbaşı” olmuştu. Yani terfi etmişti, kendini kurtarmıştı. Uzun yıllardır da bu işi yapıyordu.
Bir nevi bugünün “taşöronu”ydu ve bahçe sahiplerine bir anlamda hizmet alımı yapıyordu. Günümüzdeki taşöronlaşmanın ilk izlerini belki de bu mevsimlik işçiler ve “Dayıbaşı” ilişkisinde görebiliriz.
Ama Elif teyzeyi bugünün taşöron firma yöneticileriyle, ya da son zamanlarda adını sık sık duyduğumuz “Dayıbaşı”larıyla sakın karıştırmayın. O, mahalleden götürdüğü, birkaç yaşındaki bebeğini evdeki büyük kızına, büyük de desem 10-12 yaşındaki kızına bırakan eli öpülesi kadınların, okul harçlığını çıkarmaya çalışan gençlerin, yaşı ilerlemesine rağmen hala çalışmak zorunda kalan teyzelerin hakkını sonuna kadar korur, onları işverene ezdirmez, yevmiyesini, istihkakını yedirmezdi.
Cahil de olsa, emeğin, helal kazancın, güneş altında kavrulan tenlerin hesabının birgün kendinden sorulacağını bilirdi. Yalnızca işe götürdüklerine değil, Allah’a da hesap verileceğini, bu dünyanın bir de öbür tarafının olduğunu bilirdi.
Oysa ki bugün, emeğin üzerinden para kazanmaya çalışan emek sömürüsünün had safhada olduğu, bir dönemi yaşıyoruz. İşveren karşısında koskoca sendikaların bir Elif Teyze kadar dirayetli olamadığını, işçinin hakkını hukukunu koruyamadığını, kul hakkının sömürülmesine göz yumulduğunu görüyoruz.
Nerede eski “Dayıbaşı”lar…
Nerede, emeğin, alın terinin, eve helal para götürenin hakkını hukukunu koruyan, insan onurunun çiğnenmesi karşısında, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” düsturuyla davranan o yürekli insanlar..