Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Nevzat Tarhan’ı dinlerken…
Değerli bilim insanı Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın bir toplantıda yaptığı konuşmadan bazı alıntıları önemli gördüğüm için Memleket okurlarıyla paylaşmak istiyorum.
Tarhan, cinsiyet kimliğini oluşturan iki cins arasındaki farkların belirleyicilerinden birisinin “ kıyafet” olduğunu söyledi. Kadın ve erkeğin ayırt edilemeyecek derecede birbirine benzer giysiler giymesi, rol çatışmasına sebep oluyor, dedi. Bu sebeple anne ve babalar, ister kız olsun isterse erkek çocuğu olsun, daha bebeklik çağından itibaren bu konuda hassasiyet göstermelidir. Her bir cinsin hayatta rolü neyse ona göre kıyafet giydirilmelidir. Kız çocuğuna erkek, erkek çocuğuna da kız giysileri giydirmekten kaçınmak gerekir. Çünkü ileride cinsiyet kimliğinin oluşumunda ‘sapkınlıkların’ ortaya çıkmasında, farklı cinsleri, farklı rollere büründürücü tutum ve tavırlar içerisine girmenin geri dönüşümü ailede istenmeyen sonuçların ortaya çıkmasını tetiklemektedir.
Tarhan’a göre “elbise” insanın ilk evidir. Esasında kadın ve erkeğin cinsel kimliklerini belli eder tarzda giyinmesi, toplumsal bir ihtiyaçtan doğmaktadır. Giyinme ve örtünme, insan çağdaşlaştıkça ve medeniyete erdikçe gelişmiştir. Örtünme isteği insanın sosyal varlık olmasıyla ilgilidir. Bir başka önemli husus da dedi, Tarhan, kıyafetin yanı sıra oyuncaklarda çocukta ego ideali oluşumuna katkıda bulunur.
Temelinde seküler (din dışı) bir anlayışı barındıran Batı kültürü kadını salt bedeniyle değerli bulduğu için ‘salon kadını’nı yüceltiyor. Artık anne tipi kadın ortadan kalkıyor ve kadını erkeğin göz zevkine hitap eden bir varlığa dönüştürüyor. Bedeniyle değer bulduğunu düşünen kadın, estetik olarak kendini sürekli sorguluyor ve sonuçta var olan güzelliği koruma, güzel kalma kaygısı ve endişesi gereğinden fazla besleniyor. Bunun neticesinde bayanlarda, “güzelliğimle varım, güzel olmazsam yokum” duygusu oluşuyor. Görüldüğü gibi, “kadını, salt bedeniyle değer bulan bir varlık haline getirme” bakış tarzı, kadına ne kadar büyük bir kötülük yapıldığını gösteriyor. Çünkü kadın veya erkek olsun fark etmez, önemli olan insana insan olduğu için değer vermektir. Bu da ancak arştan gelen aşkın değerlere bağlılıkla sağlanabilir. Değer yargısı olarak din ve ahlaki değerler devreden çıkarılınca, kadın denilen varlık, değersizleştiriliyor, metaya indirgeniyor. Güya bunun adı çağdaşlık (!) oluyor.
Şimdi bir düşünelim, böyle bir kadının psikolojisi nasıldır acaba? Her kadın ya da erkek bulunduğu yaş düzeyine göre hareket etmelidir. Olduğundan farklı görünmeye çalışmak insanın psikolojisini bozar. Yaş bakımından 50 ya da 60’ına gelmiş bir kadın, 20 yaşlarındaki bir kadının ideal güzelliğine sahip olmaya çalışırsa, % 20’lik bir dilime giremediği için mutsuz olur. Çünkü böyle bir çaba, insan doğasına aykırıdır. Her ne kadar estetik ameliyatlarla görüntü kurtarılmaya çalışılırsa da insan ruhunu aynı düzeyde tamir etmek zordur. Gerçek mutluluk beden ve ruh bütünlüğündedir. Biyolojik olarak fiziksel güzellik geçici, dini ve ahlaki güzellik kalıcıdır. Kişilik ve ahlaki güzelliği göz ardı eden ve sürekli fiziksel güzelliği öne çıkaran seküler hayat tarzı, kişi ve ailede mutsuzluğu sürekli tetikliyor ve aile yapılarının yıkımını beraberinde getiriyor.
Yaşadığımız yüzyılda modernite, kadının bedeni ile değer bulması yolunda bir anlayış üretti. Modernite, hayatı, ölümsüzlük ve gençlik üzerine kurdu. Temelinde sosyal darwinizm olan bu materyalist zihniyete göre, sağlıklı bir hayat sürdüremeyen yaşlıların hayatı değersiz ve yük olarak görüldü. Çünkü onlar üretimden düştü. Hâlbuki hayat, bizatihi değerlidir. Bir toplumun medeniliği, ahlakiliği zayıflara olan davranış ve sorumluluklarıyla ölçülür.
Kadını salt bedeniyle değerli görmek, esasında erkek egemen toplumun, kadını kullanmasından başka bir şey değildir. Tarhan’ın dediği gibi, kadının fiziki niteliklerini kutsayıp, bu değer üzerinden kadına değer biçen erkek bakış açısı, belli bir süreçten sonra kadını dış görünüşün değişimi sebebiyle terk etmektedir, yalnız bırakmaktadır, aşağılamaktadır. Bu kadını “geyşa”lık düzeyine indirgemektir. Bunun en büyük örneği Japonya’daki geyşa kültürüdür. Sözlüklerde geyşa’lık; eğlence hayatında erkek müşterilere şarkı, dans, sohbet ve oyunlar ile eşlik eden kadınlara verilen ad olarak açıklanıyor. Ama bununla da kalmıyor. Gündelik hayatta gerçekte ‘geyşalık’ kadını salt ‘zevk’ nesnesi haline getirmektir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, modernite, kadını çağdaşlık adına geyşa haline getirmiştir. Hâlbuki insanlığın gelişimi, kadına verilen toplumsal değerle paraleldir. İslamiyet 1400 sene önce kadına toplumsal rol ve hükmi değer vererek kadının müstakil bir insan olduğunu ortaya koymuştur. Bugünün modern dünyasında kadın-erkek alanındaki çarpıklıklar ancak İslam’ın insana verdiği değer teorik ve pratik alanda uygulamaya konulmak suretiyle düzeltilebilir.