Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Ömer Ali Özcengiz
Henüz ilkokulu yeni bitirmiştim. Okumak istiyordum. Köyde imam ve öğretmen olmak üzere iki rol modelimiz vardı. Bizim için dünya, köyden ibaretti. İlkokul öğretmenimiz okumamı istiyordu. Birkaç defa meseleyi babama açtı. O da okutmak istediğini ama maddi imkânsızlıklar kendisini düşündürdüğünü ifade etmişti. Ben henüz Kur’an okumayı bilmiyordum. Kur’an okuyan birisinden bir elif-bâ cüzü bulmuş ve kendi kendime okumaya çalışıyordum. Köyde, Kur’an eğitimi filan da yoktu.
Nasıl oldu, orayı tam hatırlayamıyorum. Herhalde rahmetli babam konuyu açmış olmalı. Birgün köylümüz, ehl-i hayırdan olan Ahmet Çiftçi amcamız babama Kadınhanı’nda yatılı bir Kur’an Kursu açılıyor, Ramazan’ı oraya gönderebiliriz, demişti. Ben de heyecanlanmıştım. Benim için iyi bir gelişmeydi. Kur’an Kursu’nu bitirenlerin ne iş yaptığını bilmiyordum. Önemli olan okumaktı. Ahmet abimiz babamla anlaşmış üçümüz birlikte Kadınhanı Müftülüğü’ne gitmiştik. Müftü kime denirdi? onu da bilmezdim. Hoca, dediler. Çarşı camiinin çatı katında bir yerlerde müftülük dairesi vardı. Kısa bir beklemeden sonra adını sonradan öğrendiğim Müftümüz Ömer Ali Özcengiz Bey’in huzuruna vardık. Sırtında kolej takımı bir elbise olan, gözlüğü, kılık kıyafeti birbirine uyumlu, çok nazik, çok kibar bir insandı.
Değerli hocamız bana Kur’an okuyup okumadığımı sordu. Anladım ki, mini bir sınavdan geçiriliyorduk. Bilmediğimi, ama kendi kendime elif-bâ okumaya çalıştığımı söyledim. Harflerden, hecelerden, derken dini bilgilerden bir şeyler sordu. Aferin, dedi. Çok sevinmiştim, buna. Galiba bu sınavı kazandım, dedim içimden. Babama dönerek, Hasan amca, şu tarihte eğitim-öğretim başlıyor, Ramazan’ı o tarihte eşyalarıyla birlikte falan yere (şu an Kadınhanı İmam-Hatip lisesi ) getirin, yerleştirin, dediler. Benim için bu, mutlulukların en büyüğü olmuştu.
Kur’an Kursu’nun açılacağı tarih gelip çatmıştı. O günlerde köyümüze on-onbeş kilometre uzaklıkta bulunan ilçemize ulaşım, çoğu zaman yayan bazen eşeksırtında ya da at arabasıyla yapılıyordu. Annem, giyeceklerimi tahtadan yapılmış bir bavula yerleştirdi. Sanırım bu bavul, babamın askerlikten kalma bavuluydu. Babamın bavulu, yani. Bavulu da sicim adı verilen bir iple sıkı sıkı bağladık, açılır da içindeki eşyalarımız dökülür, diye. Eşeğin sırtına semeri vurduk, bir tarafına yatak ve yorgan, diğer tarafına bavulu yükledik ve yola revân olduk. İlk defa gurbete çıkmak benim için bir hüzün, diğer taraftan da okumak bir sevinçti. Önde eşyalarımızı taşıyan eşek, arkasında da baba-oğul... Dağlardan aşarak gidiyorduk, ilçemize. Ayaklarımızda da lastik ayakkabılar vardı. Henüz elbisem filan da yoktu. Normal bir pantolon ve bir gömlek vardı sırtımda. Bir ay sonra babam Kadınhanı’na gelecek, bana yeşil kumaştan bir elbise diktirecekti.
Benim için ne okuduğum önemli değil, okumak önemliydi. İşte geçenlerde Hakka yürüyen Kadınhanı eski müftüsü Ömer Ali Özcengiz hocamız elimizden tutmasaydı, belki de okuyamayacaktım. Burada Hacı Ahmet Çiftçi amcayı da unutmuyorum. İşte ilçe müftümüz gündüzleri derse geliyor, akşam-sabah yatılı olarak kaldığımız yurdu sık sık denetliyordu. Bundan da bazı hocalarımızın rahatsız olduğunu hissediyorduk. Bize hayata dair çok şeyler öğretti, o. Sınıfta dini bilgilerin yanında hayat bilgileri de verirdi. Örneğin, hiç unutamam. Birgün bir arkadaşı tahtaya kaldırdı. Gömlek ve pantolon nasıl giyilir. Yemek nasıl yenilir. Büyüklere karşı nasıl davranılır? vb. gibi birçok konuda canlı olarak âdab-ı muaşeret dersi vermişti.
Ömer Ali Özcengiz hocamız ülkemizin birçok yerinde müftülük yaptılar. Artık emekli olmuşlardı. Geçen yıl hocamız, damatları bizim de doktora öğrencimiz İsmail Ertaş Bey’le fakülteye ziyarete gelmişlerdi. Geçmişe giderek birçok konuyu hasbihal etmiştik. Bize yaptıkları katkılarından dolayı kendisine çok teşekkür etmiştim.
Değerli hocamız vefat ettiklerinde yurt dışında bulunduğum için cenazesine katılamamıştım. Bir defa daha bu güzel insana Yüce Allah’tan rahmet ve mağfiret diliyor, yakınlarına sabr-ı cemiller niyaz ediyorum.