Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Oryantalistlerin İslam'a bakışları
Oryantalistler İslam’ın toplumsal yapısını incelerken birkaç basit önermeye dayanırlar: Bunlardan ilki, statik tarih anlayışına dayalı (!) İslamlaştırılmış toplumların yapısı ile Batılı Hıristiyan kültürün dinamik evrimsel özelliği arasında çelişen bir karşıtlık kurmaktır. Örneğin, İslam toplumları fetihçidir, Batı Hıristiyan toplumları ise üreticidir önermesinde olduğu gibi.
İkincisi, İslam toplumlarında babadan oğula geçen bir yönetim anlayışı egemen olduğu için hem düşünsel anlamda ve hem de iktisâdî faaliyetler bakımından müteşebbisler için özgürlük yolları kapalıdır. Çünkü rekabet ortamı yoktur. Rekabetin olmadığı yerde ne fikri ve ne de iktisadi gelişme olur.
Üçüncüsü ise, İslam, itaat etme tutumunu beslediği için yazgıcılık toplumların genlerine işlemiştir. Böyle bir tutumda üretim faaliyetleri gelişmez. Hıristiyanlık ise, demokratik bir sanayileşme yolunda gelişen ve olgunlaşan akılcı, ilerlemeci bir toplumun tohumlarını içinde barındırmaktadır.( bk. Turner, Bryan S., Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam, (çev. Ahmet Demirhan), İstanbul, 1997, s. 17-19).
Hâlbuki bu oryantalist iddia, Protestanlık öncesi Hıristiyanlığın İslam’la yer değiştirilmesi olup, tamamıyla yanlış bir epistemoloji üzerine inşâ edilmiştir. Belki bu iddialar, kısmen tarihsel İslam hakkında doğru olabilir ama otantik anlamda vahyin, yani İslam’ın kendisi olduğu zaman yanlış bir bakış tarzı oluşturur. Dolayısıyla bu bir saptırmacadır. Tarihsel İslam’da düşünülmez alanlar üreten ve sorgulama mantığını körelten yönelimlerin faturası, İslam’a değil, Müslümanların din anlayışlarına kesilebilir.
İslam’da iki alan vardır. Bu alanlar tamamen birbirinden mutlak anlamda kopuk değildir. Birisi, sâbit olan değişmeyen alan. Ana hatlarıyla inanç esasları ve ibadet sistemi gibi. İkincisi ise, değişken ve dinamik olan muamelât alanıdır. Zarûret-i diniyye ve usûlü’d-dîn kapsamı dışında kalan, muâmelâtın temel ilke ve amaçlarını vazeden sâbitelerin varlığı gözardı edilmemek şartı ile muâmelât alanında içtihada gidilebilir. Bu bağlamda içtihat, İslami hayatın tıkanan noktalarını açmada salih bir faaliyettir.
Tarihsel İslam’da sorgulama mantığının işletilmediği ve bu sebeple de tek bir düşünce sisteminin dogmalaştırıldığı, neticede içtihâdî akıl terk edilerek toplumsal yapının bütün alanlarında gelişme yollarının tıkandığı olmuştur. Mesela, Emevîler devrinin kısmen bazı dönemsel kesitleri parantez içerisine alınsa bile, yine de hicrî 4.yüzyıla kadar dinî bir çoğulculuk ve fikrî bir üretkenlikten bahsedilebilir. İslamî ilimler alanında müstakil olarak kaleme alınan özgün eserler ve ilmî disiplinlerin teşekkülü bu tarihlere denk düşer. Kelamî, Fıkhî ve hatta heretik akımların neşvünemâ bulduğu yüzyıllar bu dönemlerdir. Eğer fikir özgürlüğü olmasaydı, 73 fırka gibi 73 ayrı düşünce okulu ortaya çıkabilir miydi? Bu açıdan İslam’a oryantalist bakış açısıyla yaklaşmak büyük bir insafsızlık ve adaletsizliktir.