Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Öteki ve Dinamizm
İslam'ın zengin entelektüel geleneği “öteki”ni bir realite kabul edip “ötekileştirmeden” onunla kendi anlam çerçevesinde ilişki kurmayı, onu kendi beyanıyla esas alıp konuşmayı temel alır. Hatta öteki konumunda olan şahıs ve dini akımlar kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa öyle tanımlamayı önceler.
Dışarıdan yapılan tanımlayıcı dil, beraberinde dışlama, aşağılama, tahkir etme gibi sonuçları doğurur. Böyle bir davranış ise, İslam’ın ahlak anlayışıyla bağdaşmaz. Ne yazık ki, dün İslam dünyasında bütün fırkaların ortak İslam zemininde buluşturulma isteğine rağmen, çoklu yorumdan tek tipçi yorumu seçen ve böylece dışlamacı İslam yorumunu benimseyen neo-hârici akımlar olmuştur. Bugün de aynı zihniyet değişik coğrafyalarda kendini göstermektedir. Bu zihniyet İslam’a ve Müslümanlara büyük bedeller ödetmektedir.
Öte yandan Müslüman kültürü farklılıkların bir arada yaşamasından yana bir rahatsızlık duymaz. Bunun en iyi ve görünür laboratuvarı, İslam coğrafyalarıdır. Çünkü bu topraklarda asırlar boyu; İsevi’si, Musevi’si, Zerdüşt’ü, Kıpti’si vb. bilumum farklı din, felsefi inanç ve kültürlere mensup insanlar iç içe barış içerisinde yaşamışlardır. Bütün bu farklılıklar temelinde oluşturulan toplumların dokusu, asla çatışmacı ve ayrıştırmacı olmamış, aksine, her bir kültür deseni, İslam medeniyetinin inkişafında düşünce verimliliğinin yegâne unsuru olmuştur. Çünkü dinamizm, biraz da farklı olanla sağlanır. Aynı durum düşünce hayatı için de geçerlidir. Örneğin, düşüncede sürekli bir istikrar, durgunluğu getirir. Bu nedenle aklın, düşünce üretme yönünden geliştirilmesi gerekir. Pakistan’ın büyük şairi, mütefekkir Muhammed İkbal (ö. 1938), Câvidnâme adlı eserinde yer alan bir pasajda, akıl ve kalbin ölümüne ışık tutucu şu mısralara yer verir:
“Hint’li bilge sorar: “Aklın ölümü nedir?”
Cevap verdim: “Düşüncenin terkedilmesi.”
“Kalbin ölümü nedir?”: “Zikrin terkedilmesi.”
Bu mısralarda da görüldüğü gibi M. İkbal, aklın ölümünü, düşünce üretiminin durdurulmasına, kalbin ölümünü de Allah’ı anmayı terk etmeye bağlamıştır. İşletilmeyen bir akıl, belki varlığını bilkuvve ve biyolojik bir düzeyde koruyacaktır ama asıl düşünce fonksiyonunu yitirecektir. Nitekim İmâm-ı Şâfiî bir mısraında: “Ben, (akmayan) durgun suların bozulduğunu (kokuştuğunu) bilirim/Ama su akarsa temiz ve güzel olur”, demektedir.
Görüldüğü gibi İmam-ı Şafii, âtıl duran aklı ve düşünceyi kokuşmuş suya, işlevsel hale getirilen akıl ve düşünceyi de akarsuya benzetmiştir. Bu açıdan meseleye bakacak olursak, nasıl ki bir insanın kendine özgü bir karakter farklılığı varsa, insan ürünü olan medeniyetlerin de dokusal anlamda farklılaşması gayet doğal karşılanmalıdır. Esas olan, farklılıklar değil, farklılıkları bir zenginlik kaynağı olarak görüp birbirimize karşı saygı çerçevesinde tahammül ahlakını geliştirebilmektir. Bugün hepimizin böyle bir ahlaka ihtiyacımız vardır.