Seyit Küçükbezirci
Şehrin derin hafızasında hüzün; dünkü, bugünkü lezzetler
Şems’in çeşmesinde yüzünü çırpına çırpına yudu. Kaşları çengel çengel sarkmış, gözlerine inmek üzere.
Dönünce beni gördü; “Biliyor musun?” dedi; “Üç otuzu devirdik Elhamdülillâh”.
Sonra, “Sen kimlerdensin?” diye sordu”. “Hacıveliler’den” dedim.
“Duyardım, Hacıveliler’i” dedi; “Babam ağnadırdı. Ucu görünmez deve kervanları varmış. Gonya’ya üzümü, inciri, gazı, onlar getirirmiş. Hele Aydın’dan üzüm incir şeherde şayia oldu mu, çoluk çocuk Horozlu Han’ın oraya çıkarmış, kervanı karşılamak için”.
“Tevellüdün gaç?” diye sordu. 1942, dedim. “Daha çocuksun hay len” dedi.
Yanında bir naylon kap vardı; baktığımı görünce söylemek ihtiyacı duydu.
“İçinde bekmez var” dedi. “Goca garının canı çekmiş. Can bu, her şeye çeker. Bi bekmez olsa, dedi; içimden duttu, gidip Gadınlar Bazarı’ndan aldım”.
Dalıp gitti; bana değil, kendi kendine anlatıyordu.
ÜÇ KİŞİNİN YEDİĞİNİ YERMİŞ, BEŞ KİŞİNİN YAPTIĞINI YAPARMIŞ
“Musalla’yı geçince, iki geçeli, yolun hem sağı, hem solu deniz gibi bağdı. Acı bahar geldi mi, bağ belletecekler kapımda sıraya girerdi. Demirci Hacı’ya döğdürdüğüm okkalı bir belim vardı. Kaldırdığım toprağı alıp ters kapattım mı, belin tersiye vurdum mu, kına gibi toprak olurdu. Şimdiki beller kağıt gibi, onların beldiği toprakta ne üzüm bitecek; ot bile bitmez.
“Bağ sahibi ablalar, bağ belleyenlere iyi bakardı. Gıvram gatmeri bilin mi? Gabartlamayı bilin mi? Şöyle şırlan yağının içinde yüze yüze kızarmış. Yanında da ayran olurdu ha. Camız yoğurdundan güğümünen. Üç kişinin yediğini yer, beş kişinin belediği bağı bellerdim, tek başıma”.
“O bağlar ne oldu, diyi mi soran? Elli sene mi, elli beş sene mi önce, bağlara baharda su veren derelerin önü kesildi. O zamanın böyükleri sularla baraç yaptılar, taa şo dağların oralara. Guruya galsınlar”.
“Eni boyu üç günde dolaşılamaz bağların yeri arsa oldu, gafa parseliynen satıldı. Ben ne mi oldum? Bizim mahallede bir başöğretmen vardı, acıdı bana, mektebe hademe diye aldı”.
“Ne oldum dimeyecen, ne olacam diyecen. Beş küp bekmezin dizili durduğu eve, şimdi şu yarım kilo bekmezinen gidecem”.
Birer ayak boyuna inmiş adımlarla yürüdü, evde canı pekmez çeken kadına doğru.
ESKİ KONYA’NIN DÖKÜM ZAMANI; ETLİK AVI, BAĞ BOZUMU, BULGUR KAYNATMA
Sürü sürü, “dam gibi erkeçler” gelmiyor artık dağ köylerinden. Kenar mahallelerde bulgur kaynatmak için yere on adım büyüklüğünde ocak kanalları kazılmıyor.
“Konya usulü pastırma” ancak elli yaşın üstündeki zihinlerde. Gençler “irişgi” nedir bilmiyor.
Konya’nın “kadim mahalleleri”ni pekmez kokusu sarmıyor, köpük savrulmuyor.
O meşhur Silifke oyun havasında olduğu gibi “Aslı yok yaylasında bin beş yüz koyunumuz” şimdi, hepimizin.
Geçenlerde bir çocuk soruyordu: Anne üzüm ağaçta mı biter? “Ben domates ağacı hiç görmedim”.
Eminim, bizim bir yiyip ardından bir yudum soğuk su içtiğimiz pelitleri de bilmezler; “ekmek salması”nı da hiç tatmamışlardır.
SİZ BİLMEZSİNİZ BABANIZ BİLİR O SAADET YILLARINI…
Yaşları kırktan aşağı olanlar, sonradan Konya’ya gelenler, o “saadet yılları’nı “metel” sanır. “Metel” nedir bilen. Eminim, parmakla sayılacak kadar az kalmıştır. Masalın Konyalıcasına metel denir. “Metel metel mâliki, oğlu kızı on iki” diye başlanırdı. Konyalıca ince bir dil derinliği olan bir; bir masal yazılıysa “masal”dır; anlatılırsa “metel”dir.
Neyse. Lafı uzatmayalım; kısadan dönelim “güdek” olsun.
Çok değil, kırk yıl önceye kadar bu anlatacaklarımı ben beyler gibi yaşadım.
Daha develer tellâl, pireler berber olmamıştı. Daha balık kavga çıkmamıştı. Kimse elindeki kamışla balina tutmaya kalkmamıştı. “Cambaza bak cambaza” diyenler henüz doğmamıştı…
Evin babası daha yazdan başlayarak, birem birem liraları bir kenara koyarak güz için “etlik parası”nı denkleştirir.
Dişi keçiden etlik olmaz; etlik “erkeç” olmalı. Şöyle dağ gibi üç dört yaşında; Cebel dağlarda meşeyle beslenmiş, kekik yayılmış.
Dedeli, nineli; oğlanlı gelinli; torunlu torbalı evlerin etliği yalandan olmaz. Azından iki, çoğundan dört beş kıl keçi kesilmeli.
Etleri senitte azından dört kadın doğramalı; koca bir leğen kıyma ile doldurulup kemre ateşinden ocağa oturtulmalı. Kıymalar bol yağda fokur fokur kaynayınca, etler “tatavla” pişince bayat tandır ekmekleri dilim dilim içine salınmalı. Tabaklarda tepeleme kaynar “ekmek salması”na on el uzanırken, komşulara da eşik atlamadan birer tabak yollanmalı.
Kaburgalar el el kadar satırlanıp kavrulursa “kemikli kıyma” olur. Ciğerler incecik kıyılır, kavrulur, yağıyla sahanlara dökülerek kalıplanır. İnce kıyılmış ciğer kıyması bizde “Bici kıyması”dır.
Yirmi dört boy halinde Anadolu’ya gelen Oğuz Boyları’nın Konya’yı yurt tutanları için “sucuk” laf; sucuk Konyalı evde “İrişgi”dir. Anneler, nineler ince bağırsaklara özenle doldurur, oklava ile iyice yassıltır, tellere asılıp günlerce kurutur. Eğer, bizim Konya “İrişgi”sini yememişseniz, nefesinizi tüketmeyin siz daha sucuk denen nimeti tatmadınız.
Konya’da etlik zamanı yapılan pastırmanın yanında “Kayseri pastırması” pastırmanın uzak akrabasıdır. Olsa olsa hısımıdır.
Yerim daraldı, uzun uzun “Konya usulü pastırma”nın yapılışını anlatamam. Az kalsalar da daha “Konya usulü pastırma” yapmasını bilen nineler aramızda yaşıyor. Bahçeli bir eviniz varsa, rica edin, size nasıl yapıldığını göstersinler. Yeter ki siz istediklerini getirin.
Ayıp değil. Siz bilmezseniz babanız, anneniz bilir; o saadetli yılları. Yaşları ellinin üstünde olanlar; Konya’yı çalarlar belki deyip bu topraktan ayrılmayanlar bilir bu anlattıklarımı.
Son güzlerinde bulun onları. Sonra hayıflanmamak için.