Şakir Tuncay Uyaroğlu
Şeker Şakir’in yüz akları-5
Nevniyaz
Baştan desturun ola, affın ola…
Küstahlıktan öte, sevgiden çıktım yola. Bu yola düşmemde yârenim sensin, mihmandarım sensin, karanlık gecemde ışık sen, izi olmayan yollarda yol göstericim sensin…
Ama devir öyle bir devir ki, sekiz küsur asır geçse de, Konya aynı Konya. Aylardan aralık… Bu yıl kış gelmek bilmedi. Ne yağmur yıkadı rahmetiyle Konya sokaklarını, ne de beyaza bürüdü kar taneleri. Damlaları sadece basına düştü, yazdıklarına göre dünya ısınıyormuş…
Biliyor musun, ben hep elinden tutup seninle yürümeyi hayal ettim. Hep sekiz asır öncesinden, türbeden saraya yürüyüşünü düşledim. Ama bunu hayal etmek bile güç. Türbe dedim, oysaki o türbe, sen Sevgili’ne kavuştuktan sonra var oldu.
Bak, bu yıl da senin sözlerini bez afişlere yazıp direklere astık. Şu soldaki camiyi II. Selim şehzadeliğinde yaptırmış. Eklemeler, hücreler, binalar, taş duvarlar… Senden sonra kim geldiyse, sıcaklığı sinmemiş. Ama biliyorum ki, yolları betondan da yapsak altında ayak izlerin var.
Sen çıkınca yola sekiz asır öncesinde, toprak bir zeminde yürümüşsündür kaleye. Akide şekeri satanlar, seccade tespih satanlar, kitapçılar… Senin devrinde her şey zordu değil mi? Kitap yazmak bile zaman isterdi, sevgi isterdi, emek isterdi, çoğaltmak ise ayrı bir meşakkatti.
Şimdi ise; kitap çok, yazan çok, binlerce kopyasını çıkartmak ise saatlere sığdırılmakta, ama okuyan az. Gerçi suç sadece okuyanda olmasa gerek, yazan da; kelimelerin sırtına senin yüklediğin sevgiyi, muhabbeti, zamanı ve özeni yükleyemiyor.
Bak! Hemen soldaki ağaçları senin türbeni göstermiyor diye kesmeye kalktılar. Karşıdan bakılınca, aynı iç dünyamız gibi taş duvarlar, soğuk seramikler, işlenmiş tahtalar hâline gelsin diye galiba!
Oysa, ben seni canlı olan her şeye sevginle muhabbetinle hayal ettim. Öyle olmasa, neden gidesin ki Meram’daki bahçelere. Yine de yaptığımız her şey kötü olmasa gerek. Bahçende akan suya bak, yine aynı yerden vakıf…
Her insanın gözünün içine bakma ne olur. Bu asırda insanlar sokakları dolduruyor, ama birbirlerini fark etmiyorlar bile. Sana en zor gelecek olan bu olsa gerek.
Ne olur, -haddime değil ama- seni fark edenlere, Hacı Veyiszâde Mustafa Efendi’ye selâm ver. Ötekilerinin gözlerinin içine bak, ruhlarına serinlik ver, koşuşturmakla zamanın daha iyi yoğrulamayacağını anlamalarını sağla.
“Her insan bir dünya!”, sen öyle dedin ya. Yetmiş iki millet üzerine, yetmiş iki farklı karaktere gelmiştin sen. Şu sokaktaki insanlarda da, onların karakterlerinde de değişimin olmadığını söyle bana.
Aslında değişen dükkânlar, içinde satılanlar ve satıcılar. Hâlimiz acı değil mi? Ne kadar çok şeyi seçmek zorundayız. Bu kadar çok çeşide gerek var mı? Kıyafetlerimiz çeşit çeşit, ama seninkiler gibi ısıtmıyor yüreğimizi…
İlerideki Aziziye Camii’nden sağa döndüğümüzde, olmayan kalenin duvarlarından içeriye girdiğini varsaydım hep. Sur, buradan mı geçiyordu? Müridin Zerkubî’nin dükkânı şurada mıydı? Bakırcılar, çekiç sesleri artık yok. Bütün sesler var da, “Hak, Hak…” diyen çekiç sesleri artık yok.
Her yer dükkân olmuş diye sitemde bulunma ne olur. Yaptığımız iyi şeyler de var. İşte İplikçi Camii, hâlâ ayakta… Bazı ikindiler, seni görmek hayaliyle girerim içeri.
Özellikle yaz günleri, sıcak olabildiğince çökmüşken, gölgeden Alâaddin’e yürürken hızımızın farkına varırım. Arabalarımız hızlı, bizler hep bir yere yetişecekmiş gibiyiz, zaman hızlı… Ya da bizimki bir yanılgı mı yoksa?
Bakma, bugün ben ağır yürüdüm. Sen varsın ya! Hep ağır yaşadın zannettim zamanı. Koştuğun oldu mu hiç, bir yetişeceğin oldu mu? Zamanı ölçtüğün anlar var mıydı? Dakikalarınız var mıydı? Acele geçen dakikalarınız…
Bizler saniyeler gibiyiz, hızımızdan başımız dönmüş. Aslında biz seni hep dönerken hayal ettik. Oysa sen bir kez Zerkubî’nin dükkânında mı sema yapmıştın? Ya da ne olur, bu soruyu sorulmamış say. Haddimi aştım, affet!
Bizim her şeye zamanımız var da, senin yazdıklarının ne anlama geldiğini anlamaya zamanımız yok. “Başkalarının kusurlarını örtmekte gece gibi ol!” Bu devirde her şey birbiri üstüne. Her direkte, her panoda bir başka sözün. Niye biliyor musun?
Çünkü, hepsini okumuyoruz, ya da okuyup şöyle geçiyoruz. Ama bazen sözlerinin dilimden kalbime indiğini hissediyorum. “Toprak gibi ol!” deyişin yankılanıyor beynimde, nasıl olayım?
Bu merdivenleri de senden sonra yaptık. Bilmiyorum dolaştın mı Alâaddin Camii’nin önünde? Bazen, güngörmüş dedeleri şu basamaklarda otururken görürüm. Namaz vaktini beklerken; hem kendilerini, hem de zamanı dinlendiriyorlar âdeta…
Onlara eşlik etsek, sana da sorarlar mı acaba “Nerelisin?” diye. Ama seni tanıyacaklardır eminim. Bir milyonluk Konya’da bir tek sen varsın bir milyona bedel. Seni zamanın ötesinden de olsa tanırlar…
Tıpkı Şam’da olduğu gibi, en üst makamda yer gösterilecek sana. İşte orada konuşacağın zaman, Konya sokaklarında hayat duracak, kuşlar kanat çırpmayacak, bir milyon bir olacak ve kulak kesilecek.
Öyle bir söz söyle ki, Alâaddin’den çıkıp Konya ovasını aşsın. Sözlerin, deniz dalgaları gibi geçince okyanusları, “Önden derya, arkadan umman gidecek.” densin. Bütün yayınlar sussun. Atmosferi sevgi, hoşgörü, dostluk, insanlık, barış, huzur ve güven sarsın.
Söylediklerinin önemini tam olarak kavrayamasak da, sedan yetecek. Hem güfte, hem mânâ dolu olacak o an. Üstelik yanında ben olacağım. Gözyaşlarım sicim sicim yağarken dizlerime, yanında ben olacağım. Melike Hande Ünal (NEÜ, Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği)
ÖNEMLİ NOT: Bu yazı, Mevlâna Haftası münasebetiyle Özel Envar Eğitim Kurumları tarafından düzenlenen ve değerlendirme kurulu başkanlığında bizim bulunduğumuz liseler arası kompozisyon yarışmasında il birincisi seçilmişti. O yıl, sevgili kızımız Hekimoğlu Anadolu Lisesi öğrencisi idi. Sevgili Melike Hande, size hayran olmamak ne mümkün. Yüz kere, bin kere, milyon kere; yüreğinize, kaleminize, elinize sağlık… Yolunuz açık olsun.