Ümit Savaş Taşkesen
Sokrates AVM’de!
‘Rivayet olur ki bir gün Sokrates o zamanın AlışVeriş Merkez’leri olan agorayı gezmiş. Sonunda şöyle demiş. “İhtiyacım OLMAYAN ne çok şey var!”
Taşınma eylemi esnasında hatırlıyorum bu sözü. Taşınmış ve taşınmakta olan eşyalara bakınca aklıma geliveriyor hemen bu söz. Biz oysa eşyayı, parayı, altını, arabayı, iyi kumaştan dikilmiş bir takımı yeni üretilmiş bir ürünü, LCD televizyonu, müzik setlerini, son sistem bilgisayar sistemini, blekböry ya da aypon cep telefonlarını görünce ışıldayan gözlerimizle baktığımız zaman Sokrat’ın tam tersine bir bakış açısına sahibiz. “Off, ihtiyacım olan ne çok şey var!”
Bakınca hep yokluğu, yoksunluğu gören gözlerimiz bu yönde koşullanmış zihnimiz, algımız, seçkilerimiz var. Doymak bilmiyor iştihamız. Üç kişilik bir ailede 150 çay bardağı 135 su bardağı, 180-190 yemek tabağı, 20 tuzluk, 180 çatal kaşık, 125 çanta, 140 ayakkabı, 3000 kitap vd. yer alıyor! Bir çocuğun ise 1300 parça oyuncağı var. Sonra neden doyumsuz oluyor bu çocuklar diye soruyoruz kendimize. Deniz suyu ile susuzluk giderilir mi? S/B/iz aldıkça daha diye bakıyor çocuklar. Kullanım ömrü bir gün ile bir hafta arasında değişiyor oyuncakların. Evde bir oyuncak dağı oluşuyor. Atsan verdiğin paraya kıyamıyorsun değil mi? Öte yanda kola kutusundan oyuncaklarla top oynuyor çocuklar.
Misafir kabul etmeyi sevmiyoruz. Misafirliğe gitmeyi de sevmiyoruz. Ama evde kurulu ve her daim hazır nazır kocaman bir salon ve bilimum aksesuarları. Bayramdan seyrana ve kadınların günlerinde ancak kullanılabilen yerleri kullanıma açmayarak bütün yaşam alanımızı daraltıyoruz iki odaya. Her ne var ise oturma odasındadır mutlaka. Kitap okunacak, ders çalışılacak, yemek yenecek ya da geçiştirilecek, yazı yazılacak, telefon görüşmesi yapılacak, uyunacak, düzenlenecek, temizlenecek yer hep bir oda. Diğerlerinin düzeni bozulmasın! Algımızdaki darlık yaşam alanının daralmasına da yol açıyor. Üç odalı evler yetmiyor. dört beş odalı hatta dubleks peşinde, hayalindeyiz sen ben o biz siz onlar...
Bu daralmanın bir başka sebebi ise yedikçe doymayan tiplerin her bir köşeden bizim en daraltılmış alanda ve anlamdaki yaşam-geçim ve düşünce alanımızı ele geçirme, zapt etme mülkiyetine geçirme, kamulaştırma yönündeki dev iştihaları, saldırıları. Sanki bir Leviathan her biri. Tüketmek üzere saldırma stratejisini bize de kabul ettirdikleri anda kendimiz de bir o kadar eleştirdiğimiz, sövdüğümüz, kendisine benzemekten kaçındığımız, Allah’a sığındığımız tiplerden olacağız.
Tüketme isteği içimizde oldukça da kaybetmek istemediğimiz şeyler edineceğiz ya da edinme umudu ve edinme çabası peşinde öleceğiz. Bir kez edinmiş isek kaybetmemek için boyun eğeceğiz. Çünkü cebinde elli doları olanın dahi devalüasyon beklentisi, umudu ile yaşayan dangalakların olduğu bir diyardayız. Biz, eğik boyunla yaşarken; günahında da kibrinde de alçaklığında da namussuzluğunda da zirveyi –dibi- bulmuş adamların kırılasıca ya da utanç içinde eğik gezmesi gereken boyunlarının dik gezmesine ses çıkar-a-mayacağız. Boyunun kısalığına boynunun kalınlığına bakıp “Tanrım, diyeceğiz, tanrım! Biz de onlar gibi olmak istiyoruz… Bize de ver. Biz de daha çok tüketelim. Arabamızı, evimizi, işimizi, eşimizi değiştirelim!” Bilerek ya da bilmeyerek felaketi isteyeceğiz işte böyle!
Kaybedecek bir şeyi olmayanlara da sus ve bizim gibi ol, köleleş diye telkinde bulunacağız. Başka özgür adam rahatsız eder çünkü bizi! Köleliğimize ayna tutar çünkü onlar! Onu boğmak, onu görmemek, onu susturmak isteriz. Çünkü kendi görüntümüz rahatsız eder bizi. Hiçbir şeyden yılmayan adamı köle olması için aklın yoluna çağıracağız, telkinde, nasihatte bulunacağız, kıt aklımız, olmayan duruşumuzla yol göstereceğiz kendimizce kalbin süvarilerine yani vicdanının peşinden giden adamlara/atlılara öyle mi?
Agoranın sahipleri elbet rahatsız olacak baktığında “ihtiyacım olmayan ne çok şey var” diyen adamlardan… Karl Marks Sosyalist bir dünya öngörürken ezcümle şöyle bir formülasyon gerçekleştirmişti “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan işçiler ayaklanacak ve sosyalist bir dünya kurulacak.” O, insanların ayağına takılı zincire tapınacağını, yeni zincirler peşinde koşabileceğini, bunun için yarışacağını ve öleceğini öngöremedi kısaca. Çünkü tek varlığım zincirim dedi dünya. Alın verin canlandırın canavarları.
Taşınırken bir takvim geçiyor elime. Silinen, unutulan, unutturulan, gözden kaçırılan, hatırlatılmayan bir söz çarpıyor gözüme “Kanaat tükenmez bir hazinedir!” Şimşek çakıyor gözümde. İşte kaybettiğimiz bu hazinenin yoksuluyuz hepimiz! diyorum... Tükenmeyen bu hazineyi bırakınca, kaybedince tüketmeye ve tükenmeye başladık hep. Sokrates gibi Konyonundan Kulesine, Cevahirinden Capitol ve Akmerkezine, Paris’ine, New Yorkuna Hong Kong’una, Dubai’sinden Pekin’ine bütün pazarları gezdikten sonra şöyle diyebildiğimizde kurtulacağız: İhtiyacım olmayan ne çok şey var!
Tüketiyorum ve tükeniyoruz, tükettikçe tükeniyorum/tükeniyoruz Allah’ım… Medet...