Esat Çoğal
Türk Olmak…
Dünyanın en tehlikeli eğlencesi Türk olmaktır.
Burada hayatın bizzat kendisi bile hayata şaşar.
Yetmiş milyonluk bir bungeejumpingdir hayat. Bir beton zemine doğru milyonlarca insan düşeriz; tam çarpacağımız zaman, kim olduğunu kimsenin bilmediği bir güç, ucunda sallandığımız lastik halatı çekiverir ve biz yukarılara sıçrarız. Padişahımıza küfür eder, başbakanımızı asar, genelkurmay başkanımızı hapseder, gençlerimizi idam sehpalarına gönderir sonra da en güzel aşk şiirlerini yazarız. Hep aptallığımızdan yakınır sonra da dünyanın en akıllısı IMF’yi tam on yedi kere dolandırırız. Paralarını bize nasıl kaptırdıklarını anlamazlar bile. Aptallıktan sıkıldığımızda zekâmızla övünür ve bin senedir her yaz mevsiminde damlarda yatar ve oradan düşerek ölürüz. Yağmur yağdığında ülkenin en büyük kentinin en işlek caddesinde boğulan yeryüzündeki tek insan Türk'tür. Yeryüzünde kendine kanat yapıp uçan ilk insan da Türk'tür...
Devleti kutsal ilan eder, sonra da devleti soyarız. Onu çökertmek için elimizden gelen bütün makamları kullanırız. "Köylü Efendimizdir" der köylüleri döveriz. Halkımızı hep koyun görürüz. Dünyada hiçbir devletin tanımadığı bir devleti kurma başarısını gösterebilmiş olanlar (Kıbrıs), Türk’lerdir. "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" diyerek bütün komşularıyla düşman olan da biziz. Ulusal onuru bu kadar değerli, ulusal parası bu kadar değersiz başka bir ülke bulmak çok zordur. Sürekli olarak birbirini kazıklayan da, bizleriz. Bir büyük deprem olduğunda çoluk-çocuk, zengin-fakir elbirliği ile yardıma koşup eldeki 2 battaniyeden birini deprem zedelere bağışlayan da Türk’lerdir. 48 yıl boyunca Dünya Futbol Şampiyonasının kapısından bile geçemedikten sonra ilk katıldığı şampiyonada Dünya 3.’sü olmayı Türkler başarır. Ata sporu güreşte en olmadık ülkelere yenilen, güreşten hiç anlamayan Amerikalı güreşçilerle güreşirken kolunu-bacağını kıran da bizleriz. Her konuda fikrimizi söylemeye bayılırız, ama hiçbir fikrimize inanmayız. Hiçbir filozofumuz yoktur ama ne olduğunu kimsenin bilmediği bir "hayat felsefemiz" vardır. Dünyanın en ünlü suikastçısı (Papa’yı vuran) bir Türk’tür. Papa’yı binlerce insanın arasında vurup kabak gibi yakalanan en salak suikastçıda bizdendir. Katilleri ulusal kahraman, şairlerin vatan haini olduğu tek ülke de canım ülkemdir.
Müslüman olanlardan sürekli kuşkulanır, Müslüman olmayan vatandaşlarımıza da devlette tek bir görev bile vermeyiz. Bütün askeri darbeleri alkışlar ve ilk seçimde darbecilerin kızdıklarına oy veririz. Yabancılardan sürekli kuşkulanıp ne kadar yabancı örgüt varsa hepsine girmeye çalışanlar da Türk'lerdir. Girmeye çalıştıkları örgütlerin kurallarının aslında Türkiye'yi bölmek için hazırlandığına da sadece Türk’ler inanır. Yıllarca AB'ye girmemizi sağlayacak yasalardan hiçbirini çıkartamayıp 1 gecede başkalarının 10 yılda geçirebileceğinden daha fazla yasayı meclisten geçiren de bizleriz.
Ömründe hiç trapez yapmamış 70 milyon insanin trapez yapmasıdır hayat burada. Bütün dünya, şaşkınlıkla bakarak düşmemizi beklerken biz düşmeyiz. Biz Türk’üz. Ya oynar. Ya ağlarız. Dünyanın en tehlikeli eğlencesidir, trapez ve Türkler, tüm dünya insanları, bir o kadar da korkarlar aslında bizlerden eğlenirken.
Hoşça, sağlıcakla kalın ama en önemlisi adam gibi adam kalın.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Biraz da Gülelim:
Fıkra Gibi No: 1
Malum servis şoförümüz trafikte hareket edemez halde beklerken (gayet de haklıydı çünkü önündeki arabalar kuyruk olmuştu) arkadan kornaya abanan araç sahibine camdan sarkarak 'Pokemon muyum lan ben arabaların üzerinden uçayım' diye bağırarak tüm servisi yere yıkmıştı.
Fıkra Gibi No: 2
Yetmiş sekiz yaşında, tonton bir babaannem var. Ne kadar modern olsa da gelişmiş teknolojiye ayak uydurmakta epey zorlanıyor. Buna en güzel örnek evimi aradığında telesekretere bıraktığı not.
- Babaannesi aradı dersiniz.
Fıkra Gibi No: 3
Olay, bir arkadaşımın annesinin gözetmen olarak bulunduğu ilkokulu dışarıdan bitirme sınavlarından birinde gerçekleşiyor. Dışarıdan bitirme sınavı ya, yağlı ballı adamlar da var sınavda. Gözetmenler sınav sırasında sıraların arasında dolaşıyorlar. Tam o sırada gözetmen bakıyor, adamın biri soruların hiçbirine cevap verememiş; acıyor adama. 'Maddenin üç halini yazınız' sorusunu parmağıyla işaret ediyor ve adamın kulağına eğilip cevabı fısıldıyor:
'Katı, Sıvı, Gaz.'
Sınav kurulunu dumura uğratan an cevap kağıtları okunurken gerçekleşiyor. Sorunun cevabı, kağıtların birinde aynen şöyle yer alıyor:
- Katır, Sığır, Kaz.
Fıkra Gibi No: 4
Sene 1992, üniversite yılları. Anneannemin haç parasıyla zar zor bir bilgisayar kapatmışız ama printer'a para kalmamış. Akşam vakti printer'ı olan bir arkadaşa gidip aleti ödünç aldım, eve dönüp proje çıktısı alacağım. Her kış olduğu gibi yerler yine buz. Kayıp düşer de alete bir zarar veririm korkusuyla bir taksiye bindim. Daha iki dakka olmadan polis çevirdi, taksici kenara çekti, sonra arabadan indi, kimliğini gösterdi. Ben kucağımdaki cihazın inmemek için uygun bir bahane olduğu düşüncesiyle elde kimlik arabada bekledim. Polis abi geldi, kapıyı açtı ve aramızda şöyle bir diyalog geçti:
- O ne len ööle?
- Printer (yanındaki öteki polise dönerek)
Ecnebi oğlum bu. Sonra gülümseyerek kapıyı kapattı. Güle güle manasına ikisi birden el salladılar, tekrar yola koyulduk. 500 metre kadar gittikten sonra şoför gene kenara çekti, çünkü gülmekten arabayı kullanamıyordu.
Fıkra Gibi No: 5
Ecevit 1997 yılı seçim kampanyasında konuşuyor:
-Bu düzen değişecektir.
Bir vatandaş bağırmış:
-Düzen hayatından memnun; düzülen ne zaman değişecek?
Devam edecek Haftaya. Saygılar.
-----------
Metrodaki kemancı...
Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.
Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.
Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.
Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.
En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur.
Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk
daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.
Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.
Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancılarından Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı...
Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir
saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz?
İdi...
Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?