Şakir Tuncay Uyaroğlu
Türkçesi varken...
“Korkunç güzel günlerden biriydi. Bugünlerde free takılıyordu. Bir türlü partner bulamamıştı. Maximal stresini minimal pozisyona getirmek istiyordu. Yeni generation Opel’ine binip yola çıktı. Sanki “test drive”da gibiydi. Bir an, back groundu gözünde canlandı.
Birkaç gün önce, MGD (Em-ci-di / Magazin Gazetecileri Derneği)’ce yılın anchormani seçilmişti. O akşam yılın anchorwomanı seçilen güzel sunucu arabasının kokpitinde görünür gibi oldu. Şimdi, yılın anchorwomanıyla buluşmaya gidiyordu.
Hotel Blue’nun teras katındaki Cafe Yellow’da bir brunch yiyeceklerdi. Bayan X, MTV (Em-ti-vi / Mola Tv)’de, kendisi ise RTV (Er-ti-vi / Rüya Tv)’de çalışıyordu. İkisinin de C.V.’leri hayli dikkat çekiciydi.
BBC (Bi-bi-si / Bilişim Bilgi Center)’deki ve BLC (Bi-el-si / Bilişim Lisan Center)’deki hatırlı dostları sayesinde şu an çalıştıkları işe girmişlerdi. Moneye money demiyorlardı.
Birlikte pek çok talkshowa katılmışlar, izleyicileri motive ederek bol bol stres atmışlardı. Her ikisi de, farklı kurumlarda ama aynı departmanlarda çalışıyorlardı.”
Biliyorum, bu işkenceye daha fazla dayanamayacaksınız. Onun için, bu “Aykırı Bir Yazı Denemesi” başlıklı yazımı sürdürmenin anlamı yok. Bu yazıyı, içim sızlayarak da olsa, bir acı gerçeği dile getirmek için kaleme almıştım. İnsanımız; bigâne, duyarsız, umarsız…
Batılılar; dillerine ait bir kelimenin bir harfinin bile yanlış söylenmesine tahammül edemezken, biz; yarı Türkçe yarı İngilizce, Fransızca, Almanca ya da tamamen yabancı kelimelere çoktan alıştık bile.
Türkçe… 650.000 söz varlığıyla dünyanın en zengin dili. Ancak, muazzam bir hazineye sahip olmamıza rağmen kıymetini biliyor muyuz acaba? Ne gezer… “Ol mahiler ki, derya içredir derya bilmezler.” misali; bir kelimenin Türkçesi varken, onun yerine Batı dillerinden gelen karşılığını hiç tereddüt etmeden, -mal bulmuş mağribi gibi- alıyoruz.
Batılılar, bir kelimeyi dilimize yerleştirmek için özel bir çaba sarf etmiyorlar. Biz, bu işi onların adına büyük bir heves ve heyecanla yapıyoruz. Sevgili Turan Oflazoğlu’nun ifadesiyle “gönüllü sömürge”yiz.
Bir hazır giyimci, imal ettiği ürünlerin üzerini, tamamen yabancı ve çoğu da anlamsız, uydurma kelimelerle ve garip garip resimlerle dolduruyor, bu ürünleri de herkes kapış kapış alıyor. Alışverişlerde, adları yabancı olan iş yerleri daha çok tercih ediliyor.
Eğer, o ürünlerin üzerindeki yazılar Türkçe olsa, kimse dönüp bakmayacak, çünkü yazılanların çoğu anlamsız ve uydurma! Eğer, o iş yerlerinin adı Türkçe olsa, müşteri sayısında azalma oluyor. Bir malın markası ve üzerindeki yazılar, anlamı bilinmeyen kelimelerden ibaretse, daha çok alıcı buluyor.
Mağazanızın adı “Hamile Dünyası” iken, tabir-i caizse sinek avlıyorsunuz; “Happy Hamile Club” olarak ticari faaliyetinize devam ederseniz, mağazanızda adım atacak yer kalmıyor. Maalesef, arz-talep meselesi!
1980’li yılların sonunda, İstanbul’da pijama ve eşofman üreten bir arkadaşımın iş yerine gittiğimde gördüğüm manzara beni dehşete düşürmüştü.
Bütün kıyafetlerin üzerinde dilimize ve kültürümüze ait olmayan yazı ve resimler vardı. Bugün olsa, bu durumu pek yadırgamayacaktık; çünkü göre göre alışmıştık bu çirkinliklere. Ama o yıllarda bugünkü kadar içler acısı bir tablo yoktu.
Dilimizin ve kültürümüzün söz konusu olduğu durumlarda en az benim kadar duyarlı olan arkadaşıma, böylesi bir ihanete nasıl düştüğünü sorduğumda, aldığım cevap bir acı gerçeğin ta kendisiydi.
İşe başladıkları zaman, bütün kıyafetleri Türk motifleriyle bezeyen arkadaşım, bakmış ki ürünlerine kimse rağbet etmiyor. Aynı işi yapan diğer esnaf yok satarken, kendilerine uğrayan yok. Eğer, diline ve kültürüne sahip çıkmayı tercih etse, elbette acından ölmeyecek ama ticari açıdan arzu ettiği noktaya gelemeyecek.