Ümit Savaş Taşkesen
Uçağın penceresinden
Uçakta koridor kısmındaki koltukta oturuyordum. Başım daracık pencereden dışarısını görmek için hep sağa dönüktü. Pencere kenarında oturan adam, kendisine baktığımı düşünerek, bakışlarımdan rahatsız olup ara ara bana bakıyordu. Ben aldırış etmeden dışarı bakıyordum. Uçak havalandı. Yer ile bağlantımız kesildi. Sonra, bulutlar. Bulutların üzerine çıkmak... aşağıdaki ovalara, dağlara bakmak. Taze bir duyguydu benim için, çok taze.
O anda ilk hissettiğim şey, pamuk yığını gibi olan bulutlara bakarak, yeryüzündeki suyu gökyüzünde dolaştıran, Allah’ın hikmetine hayran oldum. Bu bulutları böyle dolaştıran onların yer ile nerede buluşacağının takdirini de elinde bulunduruyor olmalı dedim.
Saatler ilerledi. Koltuğa monte edilmiş ekrana takılıyordu gözüm ara sıra. İşte, Türkiye sınırından çıktık. Bulgaristan, uzanıyor hemen altımızdaki topraklarda. Yerden bilmem kaç bin metre yukarıda da olsak gözüm dışarıda, uçağın kanatları arasından geçen havada ya da bulutlardaydı. Akşam oldu. Yeryüzünde ışıklar yandı. Ulaşılmaz, bitmez, tükenmez gibi görünen mesafeler, dağlar, ovalar, sınırlar bir bir geride kalıyordu. Biz yukarıda sabit duruyorduk da dünya mı hızla dönüyordu? Bilmiyorum. Sadece, Avusturya üzerinden geçerken, işte, Osmanlı’nın ulaştığı sınırın da ötesine geçtin, diyordum kendime.
Garip bir duygu. Sonra bilmediğim adını bilmediğim köylerin, şehirlerin, dağların üzerinden uçarak geçtik. Zihnimde çeşitli sorular. Bir gözüm uçağın kanadında! İşte, büyük bir karaltıyı Manş denizini geride bırakıyoruz ve İngiltere’de, Londra semalarındayız.
Londra, dünyanın hava trafiği en yoğun şehirlerinden birisi. Şimdi de başımı yukarı kaldırsam kuştan çok uçak görüyorum. Ömrümce görmediğim kadar uçak gördüm. Uçak uğultuları kulağımda uyuyorum sürekli. Heatrow Havalanında hava trafiği yoğun. Pilotumuz, Londra üzerinde bir kırkbeş dakika tur atacağımızı söylüyor. Aşağıda bizi bekleyen şehrin ışıklarına bakıyorum. Büyük, çok büyük karartılar var şehrin içinde, anlayamıyorum bunlar nedir, neden buralarda ışık yanmaz. Sonradan anlıyorum ki o karanlık olarak gördüğüm yerler, Londra’nın dokusunda yer etmiş olan büyük parklar: Hyde Park, St.James Park, Greenwich Parkı gibi. Sonra, kenarındaki ışıklar yanmış olsa da kara bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla Londra’yı ikiye bölen Thames Nehri gözüme çarpıyor. Ve Nehrin üzerindeki tarihi Tower Bridge köprüsünün ışıklandırmaları. Üçüncü veya beşinci turda denilen dönme dolap diyebileceğimiz “London Eye” ı görüyorum küçük pencereden dışarı bakarak.
“Big Ben” saat kulesi ve tarihi parlemento binası da ışıklandırmalarıyla dikkatimi çekiyor. Aşağıda bizi neler bekliyor bilmiyorum. Yukarıda ismini saydığım yerlerin ismini de bilmiyordum o sırada. Bakıp, belleğime iz bırakıyordum burayı gez, burayı not al, şurayı öğren diye. Burada bizi ne bekliyor diye soruyorduk kendi kendimize. Ve işte, uçağın tekerleri yere değdi. Havaalanındayız. Soğuk bir hava var. Bir film sahnesinin içindeyim sanki. Hani uçak kaçırma ya da kaçırılan uçağı kurtarma operasyonları yapılan bir filmin. Dışarıda görevliler merdivenleri yaklaştırıyor, valizler boşaltılıyor, bir koşuşturmaca.
Gümrükteyiz. Çok çeşitli renkten, dilden, ülkeden insanlarla sıradayız. Bu kadar çeşit insanı bir arada değil tek tek de görmemişim ömrüm boyunca. Zihnimde cümleler kuruyorum, birazdan sorulacak sorulara cevap olacak cümleler. Cevap verebilecek miyim, soruyu anlayabilecek miyim garip bir duygu. Arkadaşlarla gülüyoruz. İngiliz aksanını anlamak ve konuşmak çok zor. Hele de ilk etapta insanı afallatan bir yanı var. Bilmiyorum bilerek mi ama İngilizler çok hızlı konuşuyorlar ya da bana öyle geliyor. Bize öğretilen ya da en azından benim öğrendiğim İngilizce’nin Amerikan aksanına daha yakın olduğunu fark ediyorum burada. Düzeltmek zaman alacak. R harfi diye bir şey yok burada. Bütün ‘r’ leri yutmuşlar!
Gümrükte biraz takılsam da meramımı anlatıyorum. Soruyu sorup, cevabını kendisi verince, ben arada evet diyorum ve geçiyoruz gümrükten. Pasaportlarda mühür ve Londra’dayız. Arkadaşlarla birbirimize bakıp gülüyoruz ama yol yorgunluğu mu şaşkınlığı mı merak mı heyecan mı korku mu o an da şu an da analiz edemediğim bir duygu ile geride kalanları bekliyoruz. Hepimizde garip bir hüzün. Elimizde valiz, çıkış kapısından içeri giriyoruz: Londra’dayız... kapı sanki bir meçhule açılıyor. Bilmediğimiz bir dünya, kültür, insan, dil, bina, şehir... Bizi neler bekliyor kim bilir?
Çocukluğumdan bu yana içimde yaşattığım bir düşü gerçekleştirmenin şaşkınlığı ile bakıyorum şehre. Siz düşlerinizi içinizde yaşattıkça, besleyip büyüttükçe düşlerinizin yaşama geçmesinin önünde bir engel kalmıyor. Bunu anlıyorum ilk olarak havaalanından çıkarken. Karşımızda bir yol uzanıyor. Geride kalan ailemin, çocuklarımın, öğrencilerimin, dostların, ülkemin hüznü çöküyor birden içime... Yürüyorum, dilimde Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları’dan dizelerle:
Gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya