Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Uygarlık Bakışının Kaybolması
İnsanda düşünce üretme eyleminin gerilemesi veya ilerlemesi, yaşadığı entelektüel muhitin tabiatıyla yakından ilişkilidir. Dolayısıyla özgür düşünme ve düşünce üretme eyleminin bir toplumsal yapıda ipotek altına alınması, toplumsal tabakalar arasındaki ilişkiyi gevşetir ve toplum dokusunun birlikteliğini zaafa uğratır. Bu durum, düşünce üretme ve başkalarının görüşlerine değer verme gibi iyi eylem ve ahlaki davranışları hor görme ve hafife alma değersizliğini beraberinde getirir. Böyle bir zihniyet dünyasında tarih, acı bir suyun birikintisinden ibarettir. Hâlbuki toplumların tarih laboratuarı çok önemlidir ve dikkate alınmalıdır. Bir toplumun veya medeniyetin tarihsel manadaki devamını sağlaması olumlu yöndeki değişim ve eylemdeki sürekliliğiyle orantılıdır. Bu anlayışın sürdürülür oluşu, “öteki”ni reddederek ya da görmezden gelerek değil, onun da toplumsal dokuda bir parça olduğunu kabullenerek ve tahammül göstererek mümkündür. Çünkü İslami bakış açısında Hz. Ali’nin: “İnsanlar ya dinde kardeşimdir ya da yaratılışta benzerimdir” sözü, insana bakışımızın ana mihveri olmalıdır.
Bizim sahip olduğumuz üst kimlik olan İslam, hiçbir zaman ne başkasının değerli olan görüşünü kabul etmeye bir engel teşkil eder ve ne de onunla diyalog kurmamızı ve tartışmamızı engeller. Bizim zihniyetimizde ufuk açıklığı vardır. Bundan dolayı İslam düşünce tarihine baktığımız zaman Müslümanlar ne zaman farklı kültür ve medeniyetlerle karşılaşmışlarsa direniş göstermemişler, daima açıklık noktasında bir yöntem izlemişler, eğer faydalı görmüşlerse almışlardır. Elbette bu karşılaşmada alış ve verişler filtresiz yapılmamıştır. Aksine bu durum, İslam medeniyetinin çiçeklenmesine ve yeni ihtida hareketlerinin meydana gelmesine yol açmıştır. Maalesef bugün demokrasiyle idare edilmeyen kimi İslam toplumlarında “kimlik problemi” ve buna bağlı olarak dışa açılım ya da dışarı ile karşılaşmada bir kapanma yaşanmaktadır. Bu durum gitgide şiddet dilini beslemektedir.
Şiddet dilinin gelişiminde bir diğer sorun da baskı ve istibdat olgusunun derinleşmesidir. Bu baskı ve içe kapanmacı toplum modeli, siyasetle sınırlı kalmamakta topyekûn toplum hayatının bütün yönlerini olumsuz yönde etkilemektedir. Otoriter ve totaliter yönetimler vatandaş üzerinde olumsuz etkiler meydana getirmektedir. Bir nevi, baskı terbiyesiyle yönetilen toplumların ruh hali, bireylerin ruh hallerini tarumar etmekle kalmamakta, bu durum toplumun çekirdeği kabul edilen aile yapılarını da olumsuz yönde etkilemektedir. Örneğin, çocuk ailede babanın otoriter tavrı altında yetişmekte, babanın olmadığı yerde otorite büyük kardeşe, abiye geçmektedir. Aynı çizgi okul hayatında sürdürülmektedir. Otoriter ve baskıcı eğitimde en büyük araç, ikna ve hoşgörüye değil, hakaret ve dayağa dayanmaktadır. Hala dini monarşilerle idare edilen birçok halkı Müslüman olan ülkede, çalışma sistemini despotluk ve diktatörlük üzerine kuran omurgası alınmış güdümlü siyasal partiler, birtakım meslek ve zümre örgütleri (sendikalar gibi..) despotik yapının farklı tezahürleri olarak işlev görmektedirler. Özellikle halkın irade beyanına ipotek koyan ve tek kişinin yönetimiyle idare edilen toplum yapılarında bu durum çoğulcu düşünce anlayışlarına kapıyı kapatmakla kalmamakta, iktidarın tekil düşünce sınırlarını aşmama noktasında yasal düzenlemelerle barikatlar oluşturulmaktadır.
Elbette böylesi itaat kültürüyle beslenen toplum yapılarında ya köle insan tipi ya da despot liderlikler çıkmaktadır. Maalesef İslam dünyasının kahır ekseriyetinde böylesi acı bir tablo yaşanmaktadır. Kaldı ki ifade özgürlüğü olmayan, her şeyin tek kalıba indirgendiği toplum yapılarında başkasının görüşü adına bir şey bulunmaz. Tekdüze bir toplum ve yönetim anlayışları içinde ya küskünler topluluğu ya da bir çıkış yolu olarak şiddeti benimseyen anlayışlar palazlanır. Çünkü toplumun nefes alacağı her türlü tahliye kapısı kapanmıştır. Bilindiği gibi fizikte bir kural vardır: “Her eylem, kendisine denk bir eylemi getirir.” Bunu şiddetin şiddeti doğuracağı şeklinde tercüme etmek mümkündür.
Öte yandan, despotik yapıların doğal olarak ortaya çıkaracağı bir başka husus da çatışmacı bir dildir. Böyle bir dilin özünde ıslah, hoşgörü, ötekine saygı ve tahammül değil, yıkıcılık ve çatışma vardır. Çünkü korku ve gelecek endişesi böyle bir havanın oluşmasına hizmet eder. Fanatizmin olabildiğince mayalandığı toplumsal yapıda, ilmi üretim, mantık üslubu, konuşma ve saygıya dayalı ötekiyle tartışma geleneği gibi erdemli davranışların yerini, yok etme ve başkalarına hayat hakkı tanımama anlayışı alır. Böyle bir toplumsal yapıda ise, ayrışmalar derinleşmeye başlar. Unutmayalım ki şiddet dili, düşüncelerin tükenmesi ve uygarlık bakışının kaybolması halinde ortaya çıkar.