Derviş Argun
Yeni nesil soğuk savaş ve Türkiye
1991 yılında sona eren, uluslararası bir gerginliğe sebep olan ve siyasi literatürde “soğuk savaş” olarak isimlendirilen dönem, doğu bloğu ile batı arasında gizli bir savaş olarak devam etmişti. Yazılanlara bakılırsa soğuk savaşın sona ermesiyle dünya rahat bir nefes almış, soğuk savaşın stresini üzerinden atan doğu ve batı blokları birbirlerine ticari ve turistik geçişler yaparak birbirlerini keşfetme imkânı bulmuşlardı. Her iki bloğun da kendine has angajmanları vardı ve bu angajmanlar, düşmanlıkların üçüncü yapılar üzerinden götürülmesine sebep olmuştu. Batıyı temsilen ABD, doğu bloğunu temsilen eski adıyla SSCB yani Rusya, Ortadoğu başta olmak üzere kendi toprakları dışında oluşturdukları stratejik alanları arttırma ve mevcudu koruma konusunda sürekli bir itiş kakış içinde olageldiler.
Seksenli yıllarda bize, bunun bir kayıkçı kavgası olduğunu ve ne ABD ne de o günkü adıyla SSCB’nin esasen birbirlerine düşman olmadıklarını öğretmişlerdi. Bu, kategorik olarak doğru olabilir. Ama geldiğimiz noktadan baktığımızda bu iki bloğun bir hâkimiyet mücadelesi içinde oldukları görülebiliyor. Soğuk savaşın bitirilmesi için ilk adımı, bir anlamda geri çekilme yaparak atan Rusya, 1991’den bu yana geçen 24 yıllık zamanda kendisini toparladı. Hem mali olarak hem de perspektif olarak oluşturduğu alternatifler ile ABD’ye göre daha avantajlı bir konumda. Şanghay birliği, doğalgaz avantajı ve öte yandan enerji kaynaklarına olan coğrafi yakınlığı Rusya açısından ABD ve Batı’nın sahip olmadıkları avantajlar.
2011 yılı Mart ayında Arap Baharının bir anlamda son noktası olan Suriye üzerinden, sahip oldukları avantajları elinden kaçırma ihtimali olan Rusya, ABD önderliğindeki batı dünyası ile 1991 öncesinden daha keskin bir çatışma içine girdi. Sıcaklığı hissedilen bu yeni nesil “soğuk savaş” alanda uzantıların alenen çarpıştırılması şeklinde tezahür etti. Rusya, Çin ve İran sahip oldukları tüm enstrümanlar ile aslen yokmuş gibi yaparak Suriye’de iç savaşa taraf olurlarken, ABD, batı ve Türkiye ittifakı da, Arap Baharı’nın Suriye’de boğulmasını isteyen bir kısım körfez ülkeleri ile birlikte karşı tarafı oluşturdular. Bu esasen Batı ve Doğu bloğunun yeniden karşı karşıya gelmesiydi. Çünkü Suriye’de halk ayaklanmasının başladığı ilk günlerde, Rusya, Çin ve İran’ın bir rejim değişikliğine izin vermeyeceklerini ilan etmiş olmalarının, arzu edilen dönüşümün ya olamayacağını ya da çok yıkımlı olacağını ortaya koymuştu.
Geldiğimiz nokta 2011 Mart ayında konuşulanların çok ötesinde oldu. Müttefik güçlerin Esed ile bir sorunu olmadığı ve Suriye’de bir rejim değişikliği de arzu etmedikleri açığa çıktı. Bu durum, batı ile müttefik hareket edip Suriye’de zulmün bitmesini ve diktatör yapının değişmesini talep eden başta Türkiye olmak üzere ittifak içinde yer alan bir kısım güçleri yeni arayışlara yöneltti. Birlikte hareket ettikleri yapının, esasen Irak sınırından Hatay’a uzanan ve Akdeniz’e inebilmesi için Hatay’ı da dâhil etmesi gereken bir Kürt haritası için çalıştığını ancak açığa çıkan ajanda ile anladılar. Yeni duruma uyum sağlamak zaman alacak. Kiminle ve nasıl karşı konulması gerektiği konusunun tartışıldığını ve üçüncü yol çabası içine girildiğini görebiliyoruz.
2011 Mart ayından bu yana Suriye konusunda muarız olduğumuz güçlerle mutabık olma süreci yaşarsak şaşırmayalım. Onlar, hem halkıyla birlikte Suriye’nin hem de bizim kaybetmemizi, kendilerinin ve Esed’in kazanmasını istiyorlar. Esed’in gitmesi konusunda bir arayışımız yok diyen ABD, arayışlarının İsrail karşısında yerle bir edilmiş, ellerinden nükleer ve ağır silahları alınmış, birbirleriyle boğaz boğaza çatışmaktan kan deryasına dönmüş bir Suriye istediklerini ortaya koydu. Türkiye’nin istediği bu muydu? Kesinlikle hayır.
Öyleyse yeni nesil soğuk savaş ve üçüncü cephenin sahibi Türkiye, coğrafyamıza hayırlı olsun.