Prof. Dr. Ali Akpınar
Zaman ve kendimiz
Takvimle zamanı ve kendimizi değerlendirmek
Takvim, doğrultmak, kıvamına getirmek, olması gerektiği gibi yapmak, kıymet verip değerlendirmek anlamlarına gelir. Kıyam, kıymet, kâim, makam, kaymakam, ikamet, istikamet, müstakım, mukîm, kayyım/kayyûm, kıvam, kıyamet, kavim gibi dilimiz de kullanılan pek çok Kur’ân kelimesi aynı kökten türemiştir. Çeşitli ölçütlere göre zamanı dilimlere ayırıp değerlendirdiği için zaman ölçütlerine takvîm denmiştir.
Kur’ân’ın Andolsun ki Biz insanı en güzel bir şekilde (Ahsen-i takvîm) yarattık[1] ayetinde takvîm kelimesi geçer. Ayet, insanın fizik olarak ve manen en güzel bir biçimde yaratıldığına dikkat çeker. Evet, insan, iki ayağı üzerinde duruşu ile eliyle yemeğini yiyişi ile ve diğer organlarının yerli yerinde oluşuyla olduğu gibi; gönlü, aklı, anlayışı, konuşması gibi meziyetleriyle de diğer canlılardan farklı bir konumdadır. Önemli olan ise, insanın kendisine bahşedilen bu konumunun farkında olması ve onu korumasıdır. Bu ise insanın Yüce Allah’a bağlanıp O’nun ölçüleri doğrultusunda yaşamasıyla mümkün olacaktır. Aksi takdirde onun için manen ve maddeten alçalma demek olan esfel-i sâfilîn söz konusudur.
İnsanlık tarihinde meydana gelmiş önemli olaylara göre ve farklı değerlendirmelerle kabul edilmiş çok çeşitli takvimler kullanılmışsa da biz bu yazımızda, bugün bizi yakından ilgilendiren iki önemli takvimden bahsedeceğiz.
Bunlardan biri Miladî Takvimdir. Miladî takvim, güneş yılına esas alan ve Hz. İsa Peygamberin doğumunu milad/başlangıç kabul eden takvimdir. Bugün günlük işlerimizde kullandığımız bu takvime göre 2008 yılına girmiş bulunuyoruz.
İkincisi de Hicrî/Kamerî takvimdir. Peygamberimizin Hicretini başlangıç olarak kabul eden ve ay yılını esas alan takvimdir. Takvimin ilk ayı Muharrem olup diğer ayları sırasıyla şöyledir: Safer, Rebiu’l-Evvel, Rebîu’l-Âhir, Cumaziye’l-evvel, Cumaziye’l-âhir, Receb, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhıcce.
İslam tarihinde Hicreti esas alan bu takvimin kullanılmasına Hz. Ömer zamanında ve Hicretin 17. yılında başlanmıştır. Şura meclisine katılan Hz. Ali’nin Ey Ömer, Hz. Peygamberin hicretini takvim başı yap, çünkü hicret hak ile batılı birbirinden ayırt etmiştir, teklifi üzerine bu takvim kullanılmaya başlanmış ve asırlarca kullanılmıştır.
Kur’ân güneş ve ayın Allah’ın ayetlerinden iki büyük ayet olduğuna[2] dikkatlerimizi çeker. Buna göre gece ayeti ay da, gündüz ayeti güneş te insanlara vakit ölçülerini gösteren, onlara yollarını tayin eden ve onların zamanlarını programlayan, en önemlisi onlara Yüce Allah’ın kudretini hatırlatan göstergelerdir. İslam’da namaz vakitlerinin tespiti güneşin hareketlerine göre yapılırken, Ramazan ve Kurban bayramları, mübarek geceler gibi belirli gün ve gecelerin tespiti ay hesabına göre yapılmaktadır.
Ay senesi 354 tam gün olduğu halde, güneş senesi 365 gün ve artıklıdır. Zira kamerî senede aylar 29 yahut 30 çekerken, şemsî senede Şubat ayı 28 yahut 29, diğer aylar ise 30 yahut 31 gündür. Osmanlı’nın Tanzimat dönemine kadar ay senesini esas alan Hicrî takvim kullanıldı. Bu dönemde (9 Muharrem 1256/1 Mart 1256) Malî sene adıyla yeni bir sene icat edildi. Bu yeni takvime göre Hicretle başlayan sene hesabı güneş yılına göre yapılacaktı. Bu takvimin ilk ayı da Mart ayı olarak kabul edilmişti. Bu yeni takvime Rûmî takvim dendi. Bu uygulama Cumhuriyet Türkiye’sinde 26 Aralık 1925 de Miladî takvime geçilmesine kadar sürdü. Görüldüğü üzere Rûmî takvim ayrı bir takvim değil, başlangıç itibarıyla Hicrî, hesap itibarıyla miladî takvimdir.[3]
Bu sene için söylersek Miladî 10 Ocak 2008 Perşembe, Hicrî 1 Muharrem 1429, Rumî 28 Kanun u Evvel 1423’e tekabül etmektedir.
Buraya kadarki verdiğimiz bilgilerden şu sonuçları çıkarmamız mümkündür: Zikredilen her üç takvim de dinî temellere dayanmaktadır. Şöyle ki Miladî takvim İsa Peygamberin doğumunu, Hicrî ve Rumî takvimler ise son peygamberin Hicretini başlangıç olarak kabul etmektedir. Miladî ve Rûmî takvimler, Allah’ın büyük ayetlerinden güneşin, Hicrî takvim ise ayın hareketlerine göre hesaplanmaktadır. Bütün bunlar, Allah’ın en büyük nimet ve emanetlerinden biri olan zamanın, dinî ölçülere göre değerlendirilmesinin gereğini gösterir.
Bu nedenle bize düşen, takvimin bize bahşedilen zaman dilimini Yüce Yaratıcının ölçüleri doğrultusunda değerlendirebilmektir. Unutmayalım ki zamanımızı değerlendirebildiğimiz ölçüde bizler değer kazanacağız. Zamanı layıkıyla değerlendirmek ise, onu zamanın sahibinin ölçüleri doğrultusunda kullanmakla olacaktır. Unutmayalım ki, Onsuz geçen ânlar, O’nun ölçülerine ters olarak tükettiğimiz zamanlar bizim aleyhimize şahitlik yapan şahitler olacaktır.