Ali Bulaç'tan radikal İran önerisi
Bulaç'ın Türk dış politikasına dönük eleştirileri devam ederken önerileri de radikalleşiyor...
Zaman yazarı Ali Bulaç'ın Türk dış politikasına dönük eleştirileri devam ederken önerileri de radikalleşiyor. Bulaç, Türkiye ile İran arasındaki gerilimi küresel bir görevlendirmeye oturttuğu yazısında, İran ile rekabet değil işbirliği çağrısı yaptı.
Türkiye'nin bölgedeki misyonuna ağır eleştiriler yönelten Ali Bulaç, Afganistan ve Suriye'den sonra İran için de ilginç bir yazı kaleme aldı. İran ile Türkiye'nin ortak bir irade geliştirmesi durumunda ABD- Avrupa ve Rusya-Çin hattının anlamsızlaşacağını savunan Bulaç "ikisi Suriye'deki süreci kan akmadan çözebilirdi" dedi.
İşte Bulaç'ın "Türkiye ve İran'ın reel politiği" başlıklı yazısındaki ilgili bölüm:
Bu kombinezonda birbirleriyle rekabet ediyormuş gibi görünen -ve aslında rekabet edip birbirleriyle savaşmaları istenen- Türkiye ve İran, ortak özellikler arz etmektedirler:
1) Her iki devlet henüz ulus-devlet kimliklerini aşabilmiş değildirler. 1979-1989 döneminde İran'da "İslam için İran" adı verilen İmam Humeyni doktrini geçerliydi; Rafsancani'nin başa geçmesinden sonra "İran için İslam" doktrini benimsendi. Bu, sistemin "İslam"dan "ulus devlet"e kayışı demekti. "Ulus devlet refleksi" İran söz konusu olduğunda Müslüman halklarda "İran acaba milli çıkar peşinde mi koşuyor?" sorusunun uyanmasına sebep olup, İslam Devrimi'ne olan desteği azaltıyor. Türkiye söz konusu olduğunda Türkiye, kendi Kürt sorununu çözme aczi içinde kıvrandığından hem bölgesel sorunların çözümünde umut olamıyor, hem İran'a ilişkin soru Türkiye için de vârid oluyor.
2) Türkiye ve İran, bölgenin ortak paydası ve mutlak doğru değeri olan İslam'ı referans alacaklarına İran, giderek Şiiliği öne çıkarıp kendini Sünni dünyadan uzaklaştırıyor; Türkiye de "1 tam laiklik-yarım Sünnilik" yaparak, "Şii İran"a karşı 1,5 karışık "laik-Sünni ideoloji"yle mukavemet etmeye çalışıyor. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri "Ya Sünni Türkiye!", Batı "Mr. Laik Türkiye!" diye sesleniyorlar. Oysa bölgenin ve dünyanın genel gidişi ne Sünnilik ve Şiilik, ne laiklik yönündedir. Bu süreçte Türkiye de, İran da kendilerini zamana karşı anakronikleştiriyorlar.
3) Her iki ülke, salt bağımsız veya potansiyeli yüksek İslam ülkelerini harekete geçirmekten çok, bölgesel sorunlarda dünyanın küresel güçlerine, onların etkileyici patronajlıklarına başvurmayı tercih ediyorlar. İran, Rusya ve Çin'e güveniyor; Türkiye Batı'ya ve ABD'ye. Suriye örneğinde açıkça gördüğümüz şu: Eğer söz konusu küresel patronajlıklar olmasaydı; Türkiye ve İran -Mısır'ı da yanlarına alıp- kendi aralarında bir çözüm arama iradesini gösterebilselerdi, ne Suriye'de bunca kan akardı ne bölge bundan 20 sene önceki kutuplaşmaya dönerdi.
Her iki ülkenin ideallerini unutmuş reel politikacıları, mezhep nefretiyle yanıp tutuşan mutaassıp şahinleri ve postmodern sömürge edinme peşinde koşan ulusal maceraperestleri var. Eğer son sözü bunlar söylerse, iki ülke dahil Daru'l İslam'ın tamamı yeni küresel güçlerin av sahası olur. Eğer dinlerinin sahih özüne dönebilme basiretini gösterebilirlerse, reel politiği ideal politiğe göre dönüştürme gücünü ve başarısını gösterirler. Aydınlatıcı parametre şudur:
Yazının tamamını okumak için buraya tıklayın...