Bu sorular Fehmi Koru'ya sorulur mu?
'İstesem Başbakan'la daha yakın ilişki kurardım' diyen Fehmi Koru, gazetecilik hayatını, aşka bakışını, yemek zevkini anlattı ve hakkındaki iddiaları değerlendirdi.
Nursel Tozkoparan'ın röportajı
Babıâli’nin duayen isimlerinden biri Fehmi Koru...
Hatta benim için tükenmeyen enerjisi, sınırsız merakıyla hem "büyülü" hem de "büyük" bir isim.
Türkiye ve dünyadaki son siyasi gelişmeleri içeren bir söyleşi yapabilirdim kendisiyle.
Ancak bütün bunları zaten her gün köşesinde, Kanal 7'de Haber Saati’nde yaptığı günlük yorumlarda, katıldığı televizyon programlarında okuyucu ve izleyicisiyle paylaşıyor.
Ben başka bir şey yapmak, “Bunlar Fehmi Koru’ya sorulur mu?” denecek sorularla karşısına çıkmak istedim.
Daha doğrusu ‘sadece okuyucuyu değil, onu da bir parça şaşırtayım’ dedim.
Aşkı nasıl tarif eder?
Aşk evliliği mi, mantık evliliği mi?
Tatilleri niye çok konuşuluyor?
Gerçekten teknesi var mı?
Nerden giyiniyor, kim giydiriyor?
Yemek yapar mı?
‘Bismillah’ deyip bütün cesaretimi toparlayıp muzır sorularımı sordum.
Lakin Fehmi Koru özellikle ‘aşk meşk’ sorularımdan hiç hoşlanmadı, hatta bu sorulardan rahatsız olduğunu saklamadı da.
Tahammül sınırlarını zorladığımı itiraf etmeliyim.
Yine de röportajın başından itibaren nezaketi hiç elden bırakmadı.
Size şu kadarını söyleyeyim aşkın tarifini bile yaptı.
Ortaya gayet keyifli bir söyleşi çıktı.
RÖPORTAJ'DAN KONU BAŞLIKLARI
Fehmi Koru Başbakan’la olan ilişkilerini anlattı, ‘Başbakan’ın kendisini sevmediği' yönünde bir bilgisi bulunmadığını söyledi. Gazetecinin makbulü yanağında dudak değil tokat izi olan dien koru, gazetecilik yaşamıyla ilgili ilginç bilgiler de verdi.
Taha Kıvanç’ın Fehmi Koru’dan çok okunduğunu itiraf eden koru, eleştirdiği insanların çalıştığı kurumlardan kovulmasının kendisini mağdur edeceğini belirtti.
Film senaryosuna katkı sağlamanın kendisini heyecanlandıracağını söyleyen koru, aşkın tarifini yaptı ve özel hayatıyla ilgili bilgiler verdi.
MEDYA İLE HÜKÜMETLER ARASINDAKİ İLİŞKİLER İÇ İÇEYDİ
Siz Babıâli’nin en deneyimli kalemlerindensiniz. Daha önceki dönemle şu anki medyayı karşılaştırır mısınız? Bu dönemde baskı altında olduğunuzu düşünüyor musunuz?
Ben hep muhalif gazetelerde çalıştım. Yani merkezin dışında, hep devletin ters baktığı hükümetlerin de kenarda tutma ihtiyacı hissettiği gazetelerde çalıştım. Dolayısıyla özgürlük alanım daha fazla idi. Yani merkez medyada diyelim, Aydın Doğan medyasında, Dinç Bilgin’in sahiplik ettiği gazetelerde çalışanlar, yazanlar, hangi türden baskılara maruz kalmışlar bunu ancak dostlarımın anlattıklarından ya da başlarına gelenlerin sonradan haberleşmesinden biliyorum.
O yüzden bizzat tanığı olduğum ya da benim başıma gelen bir şey yok. Dün daha rahattık, bugün daha kötü ya da dün daha kötüydü bugün benim için daha iyi gibi bir şey yok. Ama biliyoruz ki bu son sekiz yıl içerisinde tek partili hükümet iş başına gelene kadar medyayla hükümetler arasındaki ilişkiler iç içeydi. Patronların beklentileri ve istikametinde yayınlar yapılıyordu. Gazete Patronları daha çok kendilerine yakın hissettikleri ya da çıkarlarını koruyabileceklerine inandıkları hükümetlere destek verici yayınlar yaptırıyorlardı. Mesela bir gün Mesut Yılmazcı manşetler atılıyor o iktidara taşınıyor ve o geldikten sonra onunla hesaplaşmalar oluyor, sonra birden bire Tansu Çillerci yayınlar başlıyor. Leydi’nin topuk seslerinden başlayarak onu iktidara taşıyıp ve iktidarda tutmak ama göndermeyi de yine kendileri yapmak tarzında böyle iç içelikler yaşanıyordu. Sonra devletle devletin çeşitli birimleriyle, askerle, MİT’le gazetelerin yakın ilişki içerisinde olduklarını da biliyoruz.
Bu söylediğiniz Merkez medya için söz konusuydu değil mi?
Mesela Çetin Emeç Hürriyet’in genel yayın yönetmeni iken, kendisine MİT tarafından verilmiş olan bir fotoğrafı bastı, ertesi gün bir başka gazete… O zaman Hürriyet Doğan Gurubu içerisinde değildi. Aydın Doğan’ın sahip olduğu Milliyet Gazetesi’nde o fotoğrafın yıllar öncesine ait olduğu ortaya çıkınca Çetin Emeç bunun üzerine bir özür yazısı yazdı. O yazıda dedi ki; “İstihbarat örgütleri maalesef böyle çalışıyorlar, büyük kardeşe büyük pay küçük kardeşe küçük pay içerisinde bilgilerini veya belgelerini paylaşıyorlar. Ama bizi sonra böyle de mahcup da edebiliyorlar”. Bu itiraftan da anlıyoruz ki, iç içelik istihbarat örgütleriyle yapılıyor. O bakımdan iktidarlarla ilişkiler medya açısından hep sorunlu olmuştur.
ERDOĞAN BÜTÜN MEDYAYA EŞİT MESAFEDE DURMAYA SÖZ VERDİ
Dün ile bugün arasında görebildiğiniz en önemli fark nedir?
Bugünkü iktidar özellikle Tayip Erdoğan bütün medya kuruluşlarına eşit mesafede durmaya söz verdi. Ve bu sözünü bugüne kadar fazla çiğnemedi. Yani her hangi bir medya gurubuna özel düşmanlık ya da dostluk sergileyip, çıkar açısından birini gözetirken diğerlerini mahrum etmek gibi geçmişin alışkanlıkları bu dönemde devam etmedi.
BİNLERCE DAVA FUZULİ
Ak Parti iktidarının yanlışları olmadı mı?
Elbette bu dönemin de kendine özgü yanlış yanları var. Aslında dünya standartlarında gerçekten düzgün sayılabilecek bir basın kanunumuz var. Bu hükümet tarafından 7 yıl önce çıkartıldı. Ama buna rağmen ceza yasasındaki bazı maddeler günümüzde artık geçerliliğini korumaması gerektiği halde bulunuyor. Bu yüzden yüzlerce binlerce basın davaları var. Ve bu da Türkiye’yi aslında hak etmediği biçimde dünya basın özgürlüğü skalasında 138. sıraya itiyor.
Maalesef buna aldırmıyor hükümet. Şu anda görülmekte olan binlerce dava fuzuli aslında… Savcılar çoğuna da takipsizlik kararı veriyorlar. Bunların da çoğu mahkemeler tarafından reddediliyor. Ama yine de madde çok açık olduğu için o açık maddenin kapsamı içerisine giren ve dolayısıyla ceza alan pek çok meslektaşımız var.
İktidar bunu bilerek mi görmezlikten geliyor? İhmal mi kasıt mı var sizce?
Kasıt yok. Yani birilerinden intikam almak ya da onları kötü duruma düşürmek için konulmuş maddeler değil bunlar. Tam tersine hükümet Ergenekon davasına özel önem vermiyor mu? Balyoz davasına özel önem vermiyor mu? Daha doğrusu bunların sonuna kadar gidilmesi yolunda çaba gösterilmiyor mu? Gösteriliyor. İşte bu davaların çoğu Balyoz ve Ergenekon ile ilgili yapılan yayınlardan geliyor, açılıyor.
Bu bakımdan hükümet kendi eliyle kendisinin, aslında sonuna kadar gidilmesini arzu ettiği dava süreçlerini, gazetecilere yasak alanı haline getiriyor. O yasak alanı içerisinde de olsa yayın yapanlar da bu defa mahkemelerin önünde kuyruğa giriyorlar. Geçen haftalarda sadece Zaman Gazetesi’nden bir günde tam 23 gazeteci savcılıkta ifade verdiler. Şimdi bunlar gerçekten olmaması gereken şeyler. Basın kanunu açısından geçmişte çok daha özgürlükleri dar anlayış söz konusuydu, o basın kanunu daha özgürlükçü bir hale getirildi ama geçmişte olmayan sayıda gazeteci bu dönemin önemli davalarının birbiri ardına açılması sebebiyle o davalarla ilgili yaptıkları yayınlar yüzünden mahkemelik oluyorlar. Bu da Türkiye’nin sanki basın özgürlüğü konusunda bir sabıkası varmış gibi bütün sıralamalarda en alt noktalarda bulunmasını gösteriyor.
ERDOĞAN SEVDİĞİNİ DE ÇOK AÇIK BELLİ EDİYOR SEVMEDİĞİNİ DE
Merkez medyadaki bazı gazeteciler, Tayyip Erdoğan’ın muhalif sesleri susturduklarına inanıyorlar. Buna katılıyor musunuz? Böyle bir şey var mı?
Tayyip Erdoğan’ın özelliği biliyoruz sevdiğini de çok açık belli ediyor sevmediğini de. Geçmişte de politikacılar medyada çalışanlarının çoğundan, köşe yazarlarının çoğundan, gazete yöneticilerinin çoğundan, gazete patronlarının çoğundan hoşlanmazlardı. Ama bunu belli etmezlerdi. Dolayısıyla da kimin sevdiği kimin kimden nefret ettiği konusunda ancak iki kişi arasında yani o patron ya da o genel yayın yönetmeni ya da o yazar kendisi ile o dönemin önemli politikacısı arasında geçen görüşmelerden ya da yüzüne bakışından böyle bir sonuç çıkartırdı. Şimdi ise Tayyip Bey belli ediyor kimi sevdiğini kimi sevmediğini.
İSTESEM TAYYİP BEYLE YAKIN İLİŞKİ KURABİLİRDİM
Siz kendiniz böyle bir şey hissettiniz mi?
Yok, ben zaten en baştan hiçbir politikacıyla mesleğin gerektirdiği sınırların dışına taşan bir ilişki kurmadım. Mesela ben Turgut Özal’ı O politikaya atılmadan ben de gazeteci olmadan çok önceden yakın tanıyordum. O politikacı, başbakan, cumhurbaşkanı oldu. Ben de Ankara’da temsilcilik yaptım, başyazarlık yaptım. Belki o zaman Turgut Bey ile daha çok görüşüyorduk ama bu görüşmemi veya bu yakınlığımı hiçbir zaman mesleki açıdan, çizilmiş olan sınırların dışına taşırmadım. Bugün için de öyle. Yani Tayyip Bey ile istesem herhalde daha yakın ilişkiler kurmam mümkün olabilirdi.
GAZETECİNİN MAKBULÜ YANAĞINDA DUDAK İZİ OLAN DEĞİL TOKAT İZİ OLANDIR
Tayyip Beyin size karşı olan tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani Tayyip Bey sizi seviyor mu?
Yani sevdiği veya sevmediği noktasında bilgi sahibi değilim. Başkaları bu son süreç içerisinde sanki böyle bir sorun varmış gibi bir şeyler yazdılar. Ama doğrusu ben bu güne kadar Tayyip Bey’den dostluk dışında hiçbir şey görmedim. Mesela Tayyip Bey başbakan olduktan kısa bir süre sonra İstanbul’da bütün meslektaşlarımı bir arada toplayıp bir yemek verdim ve Tayyip Bey de katıldı. Bundan iki yıl önce kızım evlenirken nikah şahidi olarak çağırdım ve geldi. Bildiğim kadarıyla bu güne kadar beni sevmediği konusunda bir mesaj olarak benim algılayabileceğim hiçbir şey yok.
Genel olarak benim kendisine yönelttiğim eleştiriye o da genel olarak karşılık verdi. Bunu da ben doğal karşıladım. Benim gazetecilik felsefem, eski üstatlarımızın bize öğrettiği ‘gazetecinin makbulü yanağında dudak izi olan değil tokat izi olandır.’ Felsefem bu olduğu için ben eleştiririm karşılığını da alırım. Bundan daha doğal bir şey olmaz. Amerikalılar “yayınla veya sonucuna katlan” derler. Biz de yayınlıyoruz ve sonucuna katlanıyoruz.
Yeni Şafak’tan ayrıldıktan sonra bir görüşmeniz oldu mu?
Hayır. Olmadı.
Zaman Gazetesi’ni kurduğunuz yıllarda, bu günleri düşünmüş müydünüz? Yani zaman gazetesinin böyle büyüyeceğini hayal etmiş miydiniz?
Aslında gerçekten boş bir zemin üzerine mümkün olan en mütevazı imkânlarla ve fazla büyük hayaller kurulmadan yayına başlayan bir gazetedir Zaman Gazetesi. Bizim tahayyül edebileceğimiz en fazla satış rakamı 50 bin civarındaydı. Dolayısıyla birkaç ay içerisinde 30 bine falan yükseldiğimizde biz bile şaşırmıştık. Teknolojik açıdan da fazla ileri değildi imkânlarımız. İlk bir yılın sonunda gazetenin merkezi İstanbul’a taşındı. Taşınma sırasında genel yayın yönetmenliğine bir yanlış tercihte bulunuldu ama iki üç ay sonra bu yanlış tercihten dönüldü. O noktadan sonra da doğru tercihler yapılarak bugün Türkiye’nin en çok satan gazetesi haline geldi.
Yanlış tercihten kastettiğiniz kim?
Gazete İstanbul’a taşınırken ben Ankara’da kaldım, İstanbul’a gitmedim. O dönemde Mehmet Şevket Eygi’yi gazetenin genel yayın yönetmeni yaptılar. Onun vaat ettiği tirajlar vardı gazetenin patronlarına. Bizim o dönemde satışımız 35 bin civarındaydı. Bir çırpıda 50 bine, iki ay sonra 100 bine sonra da 500 bine çıkacak bir gazeteden bahsediyordu. Onun zamanında olmadı ama O ayrıldıktan sonra Zaman gazetesi 800 bin satış yapan bir gazete haline geldi.
O zaman gazetenin kadrosunda kimler vardı?
Bizim çalıştığımız kadro aslında bugün de Türkiye’de önemli yorumlarda ya da önemli fikri platformlarda bulunan insanlar. Nabi Avcı, şu an Başbakan’ın baş danışmanı ve Profesör. Mehmet Doğan Yazarlar Birliği Başkan’ıydı o zamanlar ve bizim kadrolu arkadaşımızdı. Ali Bulaç İstanbul’dan katkıda bulunuyordu. Böyle bir kadromuz vardı. Sanat danışmanı Özkul Eren’di.
Tekrar bir gazetenin yönetim kadrosunda bulunmak ister misiniz? Bir teklif gelse genel yayın yönetmenliği düşünür müsünüz?
Genel yayın yönetmenliği iddia işidir. Ben de 30’lu yaşlarımda genel yayın yönetmenliği yaptım. Şimdi kalkıp 30 yıl sonra yeniden genel yayın yönetmenliği bana ağır gelir tahmin ediyorum.
Özellikle okuduğunuz, takip ettiğiniz yazarlar hangileri?
İsimler vermenin doğru olmadığı kanaatindeyim. Çünkü unuttuklarımız var, zoraki okuduklarımız var bunlara gerek yok. Ama iyi yazarlar var ben çok sayıda yazar okuyorum.
İyi yazar olmanın ölçüsü nedir sizin için?
Yazarlık öyle bir iş ki, eğer belli bir kaliteyi belli bir okuyucu kitlesini sürekli arkasında tutamayan bir süre sonra elenmek zorundadır. Elenenlerin de arkasından ağlayanları da olmuyor. Önemli olan bir yazar eğer yazısını her gün bir yerde görünmediğinde, birileri ya bu falanca kişi niye bu gün yazısıyla yok denmesi ya da işte bir süre ara verdiği zaman sanki kıyamet kopmuş gibi okurlarının fellik fellik neler olduğunu anlamaya çalıştığı bu iyi bir yazar olduğunu bence gösteriyor.
GENEL OKUR VE PROFESYONEL OKUR
Genç kalemleri de takip ediyor musunuz? Yıldızı parlayacak yazarlar desem kimleri sayabilirsiniz?
Lüzum yok. Yazarlık benim dağıttığım bir paye değil. Ya da birisi yazıyor diye o hemen yazar olmuyor. Bu okurların verdiği paye ve iki türlü okur var. Biri genel okur yani gazeteyi alıp okuyan ya da internetten o gazeteye ulaşıp yazarlarına göz atan böyle bir okur var genel bir okuyucu kitlesi. Sayısı bir milyon civarındadır.
Bir de profesyonel okurlar var. Aslında yazardır, çizerdir, iş adamıdır, hayatın önemli yerinde bürokrattır, siyasetçidir. Bunların sayısı taş çatlasa iki bindir. Bir de onların verdiği payeler var. Bu ikisi birleştiğinde bir anlam taşıyor. Diyelim sizi bir milyon kişi okuyor ama bu profesyonel iki bin kişinin radarı içerisine düşmüyorsunuz kusura bakmayın, fazla yapacağım bir şey yok. Ama bu iki bin kişinin her gün takip ettiği, görüşlerine değer verdiği kişi o bir milyon kişi tarafından okunmuyor olsa bile daha az kişi tarafından okunuyor olsa bile önemlidir ve bunun basında bir yeri mutlaka olacaktır. O bakımdan bu ikisini bir arada tutabilen yani bu bir milyon okur kitlesine bir şekilde ulaşabilen, onların dikkatini çeken kişi hem de o profesyonel okur denenebilecek olan daha az sayıda ama etkili kadronun takip ettiği kişi. İşte bu yazar oluyor. Gençler arasında da bu kategoriye girebilecek olanlar var ve yazıyorlar ve dikkat çekiyorlar.
GAZETECİLİĞİ KENDİ MERAKIMI TATMİN ETMEK İÇİN YAPIYORUM
Kendinizi nasıl bir köşe yazarı olarak konumlandırıyorsunuz?
Ben gazeteciliği iki sebepten dolayı yapıyorum. Bir defa ben çok meraklı bir insanım. Yani bir şeyi görünen yüzüyle, anlatıldığı şekliyle ya da işte gazetelere haber olarak yansıyan biçimiyle hemen doğru kabul etmem. Onun arkasında başka şeyler var mıdır diye merak ederim. Dolayısıyla bir kendi merakımı tatmin etmek için yapıyorum. İki, bir misyon gibi yapıyorum. Yani birilerine de, meraklı olduğunu düşündüğüm ama başka işlerle meşgul olduğu için kendileri bizzat benim merak edip öğrenebildiğim kadarını öğrenemeyecek olan insanlara, onların adına çalışıp bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Yani bu ikisini yapıyorum. Yazarlığım benim bu noktada.
Fehmi Koru Taha Kıvanç’ı kıskanıyor mu? Aralarında rekabet var mı?
Valla yok, benim için ikisi arasında bir fark yok. Ama okurlar açısından fark olduğunu biliyorum. Neticede ikisi de benim. Dolayısıyla kıskanmam için özel bir sebep yok. Ama dediğim gibi okurlar kendi bulundukları algılama düzeylerine göre birinden birini tercih ediyorlar ama genel olarak kabul edilen, Taha Kıvanç’ın daha fazla okunduğudur. Bence İkisi bir birine yakın. Birinden diğerini ayıran en önemli özellik birinin daha genel hatlar içerisinde olaylara daha serin kanlı yaklaşması, ikincisinin de daha birinci tekil şahıs olarak olaya yaklaşması, daha biraz hafiye vari, koku alan, beyin hücrelerini çalıştıran bir değişik gazetecilik türü olarak olaylara yaklaşması. Herhalde bu yaklaşım okurun ilgisini çekiyor ya da cazip geliyor. Ama ikisini de okuyorlar zannediyorum.
KOMPLOCULUK, 1990 SONRASI DÖNEMDE BANA YAKIŞTIRILAN SIFATTIR
Sizi komplocu bir yazar olarak değerlendiriyorlar. Kızıyor musunuz?
Ben aslında bunu söyleyenlerin komplocu olduğunu düşünüyorum. Bunu da herkesin de gördüğünü zannediyorum. Bu komploculuk bana Türkiye’nin geçtiği çok kritik 1990 sonrası dönemde yakıştırılan bir sıfattı. Bunun da sebebi; bir biri ardına siyasi cinayetler işleniyor, toplumsal hareketlilikler yaşanıyor ve burada birileri ısrarla hep aynı kesimi suçlayıcı yayınlar yapıyorlar hep aynı adrese parmaklarını uzatıyorlardı. Bense hem içinden geldiğim o kesimin hareket kabiliyetini bilebildiğim için neleri önceleyip neleri yapabildiğini, neleri önemsemediklerin ve neleri yapmayacaklarını bildiği için o tespitlerin doğru olmadığından hareketle, kendim acaba ne olabilir sorusunun cevabını bulmaya çalıştım. Tabi karşıma ciddi adresler çıktı. Devlet içinde bir yapılanma, devletin gücünü kişisel çıkarlarına ya da kendileri için yüksek gördükleri bir takım hedefler için kullanmayı marifet bilen odakların varlığını adres olarak göstermeye başlayınca bu sanki bir komplocu yaklaşım olarak sunuldu.
Ama bu günden geriye baktığımızda ise Susurluk böyle bir yapılanmanın olduğunu gösterdi. Şu sıralarda devam etmekte olan yargılanmalar zaten bu sebeple yapılıyor. Uğur Mumcu, Bahriye Üçok , Ahmet Taner Kışlalı’nın aileleri dahil olmak üzere hemen herkes artık biliyor ki o olağan şüphelilerin dışında esas faillerin bulunması gerektiği noktasında bir genel kabul yerleşmiş durumda.
Kendileri de inanamıyorlardı sizin söylediklerinize…
Evet, kimse inanmıyordu. Bu sebeple de komplocu sıfat kullanılmıştı. O dönemde bunları düşünüp ve yazdığım için bana komplocu sıfatını uygun gören insanlar bulundukları noktalarda aslında benim iddiamın doğru olduğunu bilebilecek insanlardı. Aslında bu cinayetler işlenirken de ve sütunlarında belli kesimi ve o kesimden belli insanları suçlarken de doğru olmadıklarını bildikleri bir şeyi yapıyorlardı. Aslında komploculuk budur. Eğer olan bir şeyi farkı bir biçimde göstermeye çalışırsanız budur aslında komploculuk. Dolayısıyla komploculuk, bu sıfatını bana layık görenlerin aslında hak ettiği bir sıfat.
BANA HÜCUMLARIN MEVSİMİ VARDIR
Sizinle ilgili eleştirel ya da hoşlanmadığınız bir yazı yazıldığında o anki ruh haliniz ne oluyor? İntikam mı almak istiyorsunuz, öfke mi duyuyorsunuz yoksa yok mu görüyorsunuz?
Eğer gerçek, doğru ve hak eden bir eleştiri ise elimden gelse o eleştiri yapanı tebrik ederim. Ama genellikle benimle ilgili olan şeyler doğru olmayan şeyler, acıtmak amacıyla yapılan şeyler. Sadece beni değil yakınlarımı da rencide etmek üzere yapılan şeyler. Dolayısıyla bunlar beni rahatsız ediyor. Öfkeleniyorsam herhalde öfkeleniyorumdur. Ama ben öfkesini belli bir şekilde yaşayan insan değilim. Orada kalır yapabilecek bir şey yok.
İntikam duygusuna kapılıyor musunuz?
Hiç intikam duygularım yoktur. Diyelim geçmişte yanlış noktalardan hareketle eleştirenler, haksız yere eleştirenler sonradan eğer kötü durumlara düşmüşlerse, hayatlarını kaybetmişlerse, cezaevlerine düşmüşlerse aman ne oldu demem tam tersine insanların bulundukları noktalarda uğradıkları rahatsızlıklar beni çok rahatsız eder. Bu bakımdan ben öfkemi de belli etmem, intikam duyguları içerisinde de hiç olmam. Bazen şöyle yapıyorum; bana hücumların mevsimi vardır yani bir hücum başladı mı bil ki arkası da gelecektir.
“Kokusunu alıyorum” diyorsunuz…
Evet. Av mevsimi diyorum ben. Ava çıkıyor birileri. Belirli çeteler var, onlar bir arada hareket ederler. Öyle dönemler geldi mi benimle ilgili yazıları okumam. Çok kolay ulaşılan e mail adreslerim var onlara da o sıralar bakmam.
Merak etmiyor musunuz?
Hayır, hiç merak etmem. O tür yayınlarla irtibatımı derhal keserim. On, on beş gün içerisinde hiçbir internet sitesini de okumam. Beni rahatsız edecek şeylerden çekinirim. Aynı şeyi yine doğru olduğuna inandığım ama birilerini rahatsız edeceğini de düşündüğüm zamanlarda da yaparım. Öyle yazılar yazdığım zaman birilim ki bir yerlerden saygısızca ifadeler eden yazılar çıkabilecektir, e mailler gönderilebilecektir. Ben o dönemde de kendimi internet sitelerinden veya o tur yazıların çıktığı gazetelerden uzak tutarım.
İLKEM, YAYINLA VE SONUCUNA KATLAN…
Bu kadar uzun süre gazetecilik yapıyorsunuz. Pişman olduğunuz, keşke yazmasaydım dediğiniz bir yazınız oldu mu? Ya da incittiğiniz kişi oldu mu?
Ben yazı öncesinde bu hisleri duyarım. Ve gün boyu eğer öyle bir acıtıcı yazı yazıyorsam acıtmanın dozunu mümkün olduğu kadar asgariye indiririm. Bazen gazeteye geçerim yazıyı, hala zihnim o yazıyla meşguldür acaba ne olur, sonuçları ne olur diye. Gece yarısı bile yazıyı biraz daha yumuşattığım olmuştur. Yayınla ve sonucuna katlan ilkem olduğu için yayınlandıktan sonra hiçbir pişmanlık da duyduğumu hatırlamıyorum.
30 YILDA BENİMLE İLGİLİ AÇILMIŞ BEŞ DAVA YA VARDIR YA YOKTUR
Yazılarınızdan dolayı çok dava açıldı mı size?
Hayır, benim öyle çok davalarım olmamıştır. Mesela 30 yıldır her gün iki yazı yazıyorum. Son 30 yıl içerisinde benim ile ilgili açılmış 5 tane dava ya vardır ya yoktur. Dolayısıyla gerçekten çok titiz davranıyorum yazı yazarken. Belgesi olmayan hiçbir konuda iddia ortaya atmam. Eğer bildiğim duyduğum, başkalarının bilmediği duymadığı bir şeyi yazıyorsam onu mümkün olduğu kadar nazik bir biçimde incitmeyecek şekilde yazmaya çalışırım. Ve doğruysa da birileri de ona kızıyorsa da ona da katlanmaya zaten hazır oluyorsun. Göze aldığım için zaten fazlaca o beni rahatsız etmez.
Tam tersi sizi inciten biri ya da olay oldu mu?
Çok. Yıllar içerisinde çok saldırıya uğradım. Hala her hangi bir noktada belli birisine eleştiri yapsam bana nasıl karşı çıkacağını adım gibi bilirim. Hangi noktadan saldıracağını bilirim. Doğru olmayan yalan dolan daha önceden defalarca bu yanlış dediğim şeyleri yine sanki ben böyle bir açıklama yapmışım gibi yazarlar çizerler. Bu işte bizim hayatımız.
RUHUMDAN DA MEMNUNUM, TARZIMDAN DA MEMNUNUM
Mehmet Tezkan bir yazısında “Taha Kıvanç klişesini değiştirmiş, dilerim ruhuna da, üslubuna da yansır” demiş. Taha Kıvanç’ın ruhu, üslubu değişecek mi?
Ben ruhumda ve tarzımda bir değişiklik olacağını zannetmiyorum. Ruhumdan da memnunum, tarzımdan da memnunum. Dolayısıyla o tür temennileri dinliyorum, okuyorum.
GÜÇ BEN DE AMA HER ZAMAN BENDE
Yine yazının devamında “Dilerim güç bizde sarhoşluğundan ayılmıştır” diyor. Güç bende diye bir his taşıyor musunuz?
Güç bende ama her zaman bende... Netice itibariyle yaptığı işin sorumluluğunu taşımaya hazır, o sorumluluğunun gereklerini de yerine getiren bir yazar olarak o gücü okurların veya hitap ettiğim kesimlerin yararına kullandım bundan sonra da yararına aynen kullanmaya devam edeceğim. Dolayısıyla o ruhla yazacağım.
ONLARIN ATILMALARI BENİM MESLEKİ AÇIDAN MAHRUMİYETİM DEMEKTİR
“Onları at beni al” dediniz mi?
Aslında benim ne üslubuma uyan ne de yazılarımda ya da yorumlarında kullandığım sözler bunlar. Birileri aslında kendi kafalarından geçen bu tür şeyleri yakıştırıyorlar. Bizim ağzımıza uyarlıyorlar. Sonra da kendileri eleştiriyorlar. Ben hiçbir zaman bunları atın beni alın tarzında tek bir yazı bile yazmış değilim. Öyle içimden de geçirmiş değilim. Kaldı ki bunların atılmalarını da ben istemem.
Atılmalarını istemem derken altını çizdiniz…
Netice itibariyle Taha Kıvanç olarak yazdığım yazıların büyük bir kısmını o atılmalarını istediğimi zannettikleri kişilerden hareketle yazıyorum. Dolayısıyla onların atılmaları benim mesleki açıdan mahrumiyetim demek. Bu bakımdan da atılmalarını istemem. Ama neticede okunmayan insanların da yazar iseler bir gün o sütunları ellerinden alınabilir. Ama bilsinler ki bu benim patronlarına ‘onları at demem’ sebebiyle olmayacak.
Fehmi Bey biraz özelinize girmek istiyorum. Gazetecilik dışında başka bir iş yaptınız mı?
Ben 16 yaşında yazmaya başladım ve hep yazdım. Bu bakımdan benim bazen birinci işim olmasa bile ikinci işim mutlaka oldu ama 30 yıldan fazladır da zaten birinci işim yazı yazmak. Bir dönem Milli Gazete’yi yönettim. Ondan sonra işsiz kaldım. O işsiz kaldığım dönemde, Zaman Gazetesi öncesinde, Devlet Planlama Teşkilatı’nda çalıştım. Sonra Zaman Gazetesi çıkacağı için ayrıldım. Sonra belli dönemlerde yurtdışında bulundum. Dolayısıyla öğrenciliğim hiç bitmedi, yurt dışında da öğrencilik yaptım.
DİŞ MACUNU, DİŞ FIRÇASI, TRAŞ MALZEMESİ SATTIM
Mesela Tayyip Erdoğan “Simit sattım” diyor, siz?
Benim ailemin ve diğer fertleri ticaret yapan insanlar. İzmir’de meşhur Kemeraltı Çarşısı’nda dükkânımız vardı. Ben de daha ilkokula gitmeden dükkânımızın önünde tablanın üzerinde pek çok şey sattım. Bu liseyi bitirene kadar da böyle devam etti.
Ne sattınız?
İlkokula bile gitmediğim dönemde ilk başka sattığım şey, demek ki çok yaygın olmalı, beyaz ayakkabı boyası sattım. Mürekkep şişesi gibi bir şeyin içerisinde olurdu o boya ona diş fırçasını batırırdım sonra da ayakkabıma sürerdim. Yine uzun süre diş macunu, diş fırçası, traş malzemeleri sattım. Okullar açılacağı zaman defter kalem ve bütün kırtasiye ihtiyaçlarına yönelik şeyler sattım. Yılbaşına doğru saatli maarif takvimi vs. sattım.
TİCARİ HAYATIN İÇİNDE YER ALMAK UTANGAÇLIĞIMI YENDİ
Dükkânınızda babanıza yardım ediyor muydunuz?
Yardım işte buydu. Aslında benim getirdiğim üç beş kuruşa bizim ihtiyacımız yoktu. Ama babam ticari hayatın sadece mektep boyutunun ötesinde bir hayat olduğunu içinde bulunarak öğrenmemi doğru buluyordu. Aslında utangaç biriydim ama ticari hayatın içerisinde yer almak bu utangaçlığımı yendi. Ondan sonra da hayat boyu o deneyimlerimin faydasını görmüşümdür.
Gazetecilik dışında sizi ne heyecanlandırır?
Okuyorum. Son zamanlarda da filmler, diziler, yerli filmler buna dâhil olsa da daha çok yabancı dizileri izliyorum. Günümün yarısı internet karşısında yabancı gazeteleri okumakla geçiyor. Yani bunlar beni heyecanlandırıyor. Türkiye’de ve dünyada meydana gelen gelişmeleri mümkün olduğunca yakından incelemeye çalışıyorum. Zaten şu sıralardaki her gelişme beni heyecanlandırıyor. Bir de son zamanlarda fasıl vesilesiyle dostlarla müzik zevkinde birleşiyoruz. Onlar da beni heyecanlandırıyor.
BOL ENTRİKALI BİR FİLM SENARYOSUNDA KATKIDA BULUNMAK İSTERİM
Dizileri takip ettiğinizi söylediniz. Sizin dizi danışmanlığınız da oldu. Oyunculuk teklife gelse sizi heyecanlandırır mı?
Hayır heyecanlandırmaz. Beni tek şey heyecanlandırır, olaylar. Gerçekten bir televizyon dizisinde senaryo çalışmasına katılmak isterim. Mümkünse entrikaların bol olduğu bir film senaryosunda katkıda bulunmak isterim.
AŞK HİÇBİR ZAMAN PİŞMAK OLMAMAKTIR
Sizi tanıyan çevreler “Fehmi Ağabey şaşırtmayı çok sever. Sen de onu şaşırt, aşkı sor sana aşkı tarif etsin” dediler. Fehmi Koru aşkı nasıl tanımlar?
Tamam da benim bu konuda söyleyebileceğim fazla bir şey yok. Bu tür konular daha çok gençleri ilgilendiren konular.
Yok mudur Fehmi Koru’nun aşk tarifi?
Var tarifler tabi. ‘Aşk hiçbir zaman pişman olmamaktır’ diyor birisi. Herhalde öyledir diyorum ben de. Türk dizileri varı neredeyse her bölümünde karşılaşılan aşk tarifleri yapabilecek konumda değilim.
İlk defa kaç yaşında âşık oldunuz?
İşte bunlar beni çok fazla üzer.
Ama çok merak ediliyor…
Merak ediyorlardır, doğrudur. Biz de bütün merakları ortadan kaldırmayalım.
Evliliğiniz aşk evliliği mi, mantık evliliği mi?
Aynı çevrelerin insanıyız. Birbirimizi zaten tanıyorduk. Dolayısıyla hem aşk hem tanışma, hem birlikte bir gelecek kurma olarak görülebilir.
Kaç yaşında evlendiniz?
Ben fazla erken evlenmedim. 30 yaşındaydım.
30 SENE ÖNCE ÇİÇEKLE KİM EVLENMİŞ
Eşinize nasıl evlilik teklif ettiniz?
Bunlar çok çağdaş sorular. Biz çağdaş değiliz ki ben 60 yaşında adamım. 30 sene önce çiçekle kim evlenmiş. Kim böyle evlilik teklif etmiş. Herkes gibi evine gidilip normal şartlarda Allah’ın emri Peygamberin kavli ile kız istenmiştir.
Eşinizin mesleği nedir?
Eşim kimya mühendisi. Ege Üniversitesi’nde doktorasını yaptı, doktora sonrası Amerika’da MIT denilen teknik üniversitede araştırma görevlisi olarak çalıştı. Sonra Türkiye’ye gelince doçentliğe müracaat etti ama o dönemin (1980 sonrası)şartları içerisinde kendisine her aşama engel çıkartıldı sonra da üniversite ile ilişkisi kesildi. Üniversite öğretim üyeliğini bıraktı ama bir fabrikanın yöneticiliğini üstlendi, oradan da emekli oldu.
Engelden kastınız başörtüsü mü?
Eşim, Amerika öncesi yani öğrenci iken başörtülü, asistanlığa aldıklarında başörtülü, çok başarılı bir öğrenci hocaları ‘asistan olarak kal’ diyor başörtülü, ders veriyor üniversitede başörtülü, doktorasını tamamlıyor başörtülü, doktora sonrası Amerika’ya gönderiyorlar biliyorlar ki başörtülü, Amerika’ya gidiyor 2 yıl boyunca orada Ege Üniversitesi’nin mensubu olarak çalışıyor yine başörtülü. Ama Türkiye’ye dönünce bunların hepsi unutuluyor.
Kaç çocuğunuz var?
Beş... İki kız üç erkek evladım var.
Ne iş yapıyor çocuklarınız?
Büyük oğlum mühendis Ankara’da bir şirkette çalışıyor. Onun bir küçüğü kızım Bilkent Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler okudu. Evli, eşi ile birlikte Amerika’da uluslararası ilişkiler mastırı yapıyor, küçük kızım yine bilgisayar mühendisi, bir şirkette çalışıyor. Onun küçüğü oğlum elektrik elektronik mühendisi, Bilkent Üniversitesi mezun olduğu yerde doktora yapıyor. En ufak oğlum da Sabancı Üniversitesi’nde ekonomi okuyor.
Aralarında gazetecilik mesleğini seçecek olan var mı?
Amerika’daki kızım ben Yeni Şafak Gazetesi’nde iken Ankara büroda çalıştı. Ama dönerse yapacağı şey herhalde üniversite öğretim üyeliği olabilir veya araştırmacılık olabilir. Ancak küçük oğlum ekonomi okuduktan sonra basın hayatını seçer mi bilmiyorum, tabi ki kendi tercihi.
AMERİKADAKİ KIZIM BAŞÖRTÜLÜ, BURADAKİ KIZIM BAŞI AÇIK
İki kızınız var, kızlarınız başörtülü mü?
Amerika’daki kızım başörtülü, buradaki kızım başı açık.
Fehmi Koru’yu gazeteci olarak biliyoruz ama bir baba olarak çocuklarınızla ilişkileriniz nasıl? Arkadaş gibi misiniz, sert misiniz, mesafeli misiniz?
Bu tür soruları asıl çocuklara sormak lazım. Babanın gördüğü nokta, kendisini yakın görüyordur da onlar o yakınlığı yeterince yakınlık olarak görüyorlar mı onu kendileri bilir. Ama benim görebildiğim kadarıyla mümkün olduğunca yakın olduğumu hissediyorum. Onların da böyle hissettiklerini zannediyorum.
Çok iyi bir gurme olduğunuzu düşünüyorum. Mutfağa girer misiniz?
Çok nadir. Ama genellikle hafta sonralı herkes evde olduğu zaman birlikte olalım diye bir derdim olur. O bakımdan o gün için işte biraz mükellef bir sofra olacaksa onda benim katkım büyük olur. Sucuk, yumurta vs. gibi… Anne genellikle daha sakin, sessiz becerir ama ben mümkün olduğu kadar sesli gürültülü ve mümkün olduğu kadar çok kişiyi işin içine sokmaya çalışarak bu işi yürütürüm.
ETİ VE ETLİ YEMEKLERİ SEVERİM
Favori yemeğiniz ne?
Ben zaman içerisinde tercihlerde bulunabilecek hale geldiğimi düşünüyorum bu konularda. Evde zaten eşim benim sevdiğim şeyleri bildiği için genellikle o tür yemeklere daha ağırlığını vermiştir. Ama hayatımın önemli bir bölümü dışarıda ve iş yemekleriyle, dost yemekleriyle geçtiği için de gittiğim restoranlarda özelliklerine göre tercihlerde bulunurum.
En çok sevdiğiniz yemek nedir?
Ben eti ve etli yemekleri severim. Çok kebap sevmem ama ara sıra kebap da yemek ihtiyacı duyarım. Çorba düşkünüyümdür. İyi çorba ile mutlaka başlamak isterim.
Çorbada neyi tercih edersiniz?
Yeni şeyleri denemek isterim. Öyle klasik Türk çorbalarına ek birtakım yeni şeyler deneniyor son zamanlarda onları da beğenerek yiyorum. Tabi ben Beykoz’da oturuyorum, dolayısıyla balık son zamanlarda gündeme girdi bizim çevremizde.
Balık seviyor musunuz?
Tabi seviyorum ama et obur sınıfından olduğumu da bu arada itiraf edeyim. Ama zamanında çıkartılmış taze balık alışkanlığımız da var.
BİZE DAHA YAKIN OLARAK İTALYAN MUTFAĞINI GÖRÜYORUM
Siz yurtdışına da çok sık çıkıyorsunuz. Dünya mutfaklarından hangisini tercih ediyorsunuz?
Bize daha yakın olarak ben İtalyan mutfağını görüyorum. Dolayısıyla hiç bilmediğim bir ülkeye gittiğimde eğer yemek tereddüdündeysem herhangi bir şey bilmediğim bir ülke ve onunla ilgili daha önceden de hiç bilgilendirilmemişsem orada İtalyan restoranı varsa tercihi ondan yana kullanıyorum. Fransız mutfağını da beğeniyorum.
Mekân keşfetmekten hoşlanır mısınız? Yoksa bildiğiniz yerlere mi gitmek istersiniz?
Yok. Bildiğim yerlere tabi giderim oralarda hangi düzeyde yemek bulabileceğimi bildiğim için oralara hiç tereddüt etmeden giderim ama eğer bana tavsiye ediliyorsa bir dostum gel bak sana yeni bir yer göstereyim demişse ya da ben bir yerde oranın methini duymuşsam, okumuşsam mutlaka uğramak isterim.
Çok uyumlu ve şık giyiniyorsunuz. Nereden giyiniyorsunuz? Kendi seçiminiz mi?
Biraz kilolu olduğum için, normal konfeksiyonlar çok bana uymuyor. Dolayısıyla ve uzunca bir süreden beri hatta çocukluğumdan beri, kilolu olmadığım zamanlarda dâhil olmak üzere genellikle terzi işi, el işi yapılan şeyleri tercih ediyorum. Son on yıl içerisinde de İstanbul’da Eşref Şeker diye bir terzim var o dikiyor. Gömlekler ve kravatlar benim kendi tercihim.
Marka tutkunluğunuz var mıdır?
Aslında gömleklerim yabancı markadır ama ucuz bir markadır. Türkiye de bulunan bir marka değil. Dolayısıyla ya kendim gittiğimde ya ailemin fertleri gittiğinde, benim ölçümü bildikleri için getirirler. Kravatlarım değişik markalardır. Ve tamamen kendi seçimimdir.
Sizin tatilleriniz de çok tartışıldı.
Aslında ben hayatımda pek tatil yapmadım. Tatil dedikleri şey yılda bir hafta bilemediniz on gün içerisinde İstanbul’un dışına çıkmak. Daha çok da güneye gidiyoruz.
MİLLETİN TATİL DİYE GİTTİKLERİ KENTTE BÜYÜDÜM
Neden bu kadar çok konuşuluyor sizin tatilleriniz?
Ne bileyim ben? Ben hayat boyu İzmirliyim zaten milletin tatil diye gittikleri kentte büyüdüm. Ve daha keşiflere açık haldeyken Bodrum ve Marmaris’e 15 yaşımdan itibaren oralar henüz kasaba havasında ve pansiyon olarak kalınabilen yerlerken gidip kaldığım yerlerdi. Bodrumlular ve Marmarisliler biliyorlardır.
Favori tatiliniz?
Ben her bulunduğum yerde mutlu oluyorum. Son yıllarda daha çok bir dostumun teknesi var dolayısıyla tatil deyince o tekne ile güney sahillerinde o teknenin uğrayabileceği sakin koylar var o koylara gidiyoruz.
Kaptanlık belgeniz var mı? Tekne kullanır mısınız?
Yakında olacağını düşünüyorum.
Nasıl yani, kaptanlık için eğitim mi alıyorsunuz?
Eğitim tabi. Neticede bahsettiğim o dostum kaptan oluyor ben de onun miçosu. Ona yardım ediyorum. Dolayısıyla o belgeyi o ehliyeti hak ettiğimi düşünüyorum.
Tekne almayı düşünüyor musunuz?
Yok. Yani ben çok fazla denize düşkün değilim.
Hangi takımı tutuyorsunuz?
Fenerbahçeliyim.
Fanatik misiniz?
Fanatikleri görünce anlıyorum ki fanatik değilim. Ama iyi tutuyorum takımımı, galibiyetlerinde mutlu oluyorum.
Hiç Fenerbahçe maçına gittiniz mi?
Gittim. Ama televizyonun karşısında bazı pozisyonlar tekrar edildiği için, beni daha mutlu ediyor. O bakımdan son zamanlarda evden izlemeyi tercih ediyorum.
BULUNDUĞUNLA YETİN, ELDE EDEMEYECEĞİNİ İSTEME
Fehmi Koru olmaktan memnun musunuz?
Valla alternatifi olmayan bir şey… Dolayısıyla benim felsefem “Bulunduğunla yetin, elde edemeyeceğini isteme. Dolayısıyla karşına çıkan her şey senin için nimet olsun” Böyle bir felsefem olduğu için de nimetlere gark oldum. O bakımdan mutluyum.
Şanslı mısınız?
Şanslı olduğumu da inanırım. Pek çok şey benim kucağıma düşer. Bazıları peşinden koşarlar, erişmek için çok çaba sarf ederler. Şanslıyım ki bir bakarım hemen önüme düşüvermiş.
()