Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Çoklukta birliğin sembolü: Aşûrâ
İslam tarihinde Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicreti, bir dönüm noktasıdır. Bu maksatla Hz. Ömer halifeliği döneminde hicreti tarih başı kabul etmiştir. Bu tarihten itibaren İslam âleminde 1 Muharrem hicrî takvimin başlangıcı olarak kutlana gelir. Bundan başka Muharremayı, birçok ilklerle doludur. Bunlardan birisi, Muharrem ayının 10. gününün ‘aşure’ günü olarak benimsenmesi ve o günün önemine binaen Müslümanların hem ibadet ve hem de sosyal içerikli hayır-hasenat yapma bakımından büyük bir faaliyet içinde olmalarıdır. Bu güne anlam veren ve o günün değerini artıran unsurların başında, Kur’an ve sünnette değinilmiş olmasıdır. Fecr Suresi’nin ikinci âyetinde; “on geceye yemin olsun” buyrulur. Bazı Kur’an yorumcuları burada geçen ‘on gece’ ibaresini muharrem ayının aşure günü’ne kadar geçen zaman dilimi (1-10) olarak yorumlamışlardır.( Bkz. İbn Kesîr, Tefsir, (tahk. M. Ali Sabuni), Beyrut, 1981, III, s. 635–36.)Dikkat edilirse bu âyet, on geceye yeminle başlamaktadır. Eğer Kur’an’da Yüce Allah bir şeye yeminle başlıyorsa, bahsedilen konunun kadri kıymetinin büyük oluşuna dikkat çekilmek suretiyle bizden uyanık olmamız ve işaret edilen konunun gereğini yapmamız istenir. Bundan dolayı dünya Müslümanları Muharrem ayının gündüzlerinde oruç tutmayı ve geceleri manevi dünyalarını zenginleştirme konusunda duyarlılık gösterirler. Bununla da yetinmezler, sosyal nafilelere daha çok ağırlık verirler. Sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın bir gereği olarak on çeşit nebatattan/üründen oluşan aşure tatlısı yaparak yoksullara ve komşulara dağıtırlar. Hiç şüphesiz karşılıksız ve sırf Allah’ı razı etmek adına hasbi olarak yapılan bu ikramlar, insanlar arası ilişkilerin güçlenmesine, hoşgörü kültürünün yaygınlaştırılmasına, yardımlaşma duygularının yaşatılmasına ve sevginin büyütülmesine katkıda bulunur. Ayrıca, sembolik anlamda aşurenin manası, çoklukta birlik düşüncesinin yaşatılmasıdır. “Hakikat birdir” ona gidenler yollar çoktur” fehvasınca, İslam’ın farklı yorum biçimlerini benimseyen Müslümanların bu durumu, tam da aşure tatlısını yansıtmaktadır. Nasıl ki, farklı tat, renk ve kokulardan oluşan ürünler bir araya getirilip ortaya güzel bir tatlı türü çıkıyorsa, aynı şekilde, İslam’ın farklı yorum biçimlerini benimseyen Müslümanlar da birlik kalıbı içinde aynı güzelliği gerçekleştirmiş oluyorlar.
Diğer taraftan Muharrem ayının onuncu gününün Müslümanlar nezdinde faziletli kabul edilmesi Allah’ın muharrem ayının onuncu günü, 10 peygambere on ayrı keramet ihsan ettiğine inanılmasına da dayandırılır. Rivayetlere göre, insanlığın ilk atası Âdem (a.s) ve Havva annemizin tevbesi aşura günü kabul edilmiş, insanlığın ikinci atası Nuh (a.s)’ın gemisi Cûdi dağına aşura günü demirlemiş, Hz. İbrahim peygamberin oğlu Hz. İsmail o gün doğmuş; Hz. Yusuf’a hasretinden dolayı Yakup Peygamberin kapanan gözleri o gün açılmış, Hz. Yusuf zindandan o gün kurtulmuş, Eyyub a.s. tutulduğu hastalıktan o gün şifa bulmuş, Hz. Davud’un tevbesi o gün kabul edilmiş, Ninova bölgesine gönderilen Yunus (a.s) balığın karnından o gün kurtulmuş, Hz. Musa’yı takip eden Firavun ve ordusu sulara o gün gömülmüş ve Hz. İsa o gün dünyaya gelmiş ve Allah katına yükseltilmiştir.
Tarihte Muharrem ayı ve aşure günü sadece Müslümanlar tarafından değil, tâ câhiliye döneminde müşrikler tarafından da kutsal bir ay ve gün olarak kabul edilirdi. Hatta aşure günü anısına müşrikler oruç tutarlardı. İslam’ın Mekke döneminde Hz. Peygamberin de bu orucu tuttuğuna dair rivayetler vardır. Ayrıca Muharrem ayı ve aşure günü Ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından da kutsal kabul edilmiştir. Hz. Peygamber Mekke’den Medine’ye hicret edince bu orucu tutmuşlar ve Müslümanlara da tavsiye etmişlerdir. Bu konuda Hz. Aişe’nin rivayeti şöyledir: “Aşure Kureyş’in cahiliye devrinde oruç tuttuğu bir gündür. Rasulullah da buna riayet ediyordu. Medine’ye hicret edince bu orucu devam ettirmiş ve başkalarına da emretmiştir. Fakat Ramazan orucu farz kılınınca kendisi aşure gününde oruç tutmayı bırakmış, bundan sonra Müslümanlardan dileyen bugünde oruç tutmuş, dileyen tutmamıştır.” (Buharî, “Savm” 69). Abdullah b. Ömer’in de aynı konuyla ilgili rivayet şöyledir: “Aşure cahiliye dönemi insanlarının oruç tuttuğu bir gündü. Fakat Ramazan orucu farz kılınınca Rasulullah’a aşure konusu sorulmuş, o da “ aşura Allah’ın günlerinden bir gündür dileyen bu günde oruç tutsun, dileyen tutmasın” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II 57, 143). Hicretin 2. yılından itibaren Müslümanlar nafile olan bu orucu, ya Muharremin 9. ve 10. günleri veyahut da 10. ve 11. günleri tutmaya başlamışlardır. Öyleyse bizler de sünnet olan bu orucu tutmalıyız. Çocuklarımıza bu günün önemini ve değerini anlatmalıyız. Zaten Anadolu’da Sünni, Alevi, Caferi bütün Müslümanlar bu oruca büyük değer verirler; hem oruç tutarlar ve hem de aşure tatlısı yaparak ikramda bulunurlar. Osmanlılar döneminde bu tatlı sarayda pişirilir “aşure testisi” adı verilen özel kaplarla hem saray dairelerine ve hem de halka dağıtılırdı. Bu gelenek Selçuklulardan Osmanlılara kadar devam etmiş, günümüzde de artarak canlılığını sürdürmektedir. Son zamanlarda büyük şehirlerimizde devlet erkânının da yakın ilgi göstermesiyle aşure günü birlik ve kardeşlik adına kutlanmaya başlanmıştır. Bir araya gelen sivil toplum kuruluşları şehirlerin farklı yerlerinde halkımıza aşure tatlısı ikram etmektedirler. Bu güzel geleneğin nesilden nesile taşınması ve canlı bir şekilde yaşatılması gerekir. Çünkü bizi millet yapan, bizi kaynaştıran ve birliktelik hamurumuzun mayası, çimentosu işte bu paha biçilmez dini değerlerimizdir.
Muharrem ayı denildiği zaman akla gelen bir başka olay da Müslümanları eleme boğan Kerbelâ faciasıdır. Hicri 61. yılda Muharrem ayının 10. günü Hz. Peygamberin, “cennet gençlerinin efendisi” diye nitelendirdiği Hz. Hüseyin (a.s)’ın 55 yaşındayken Kerbelada birçok yakınıyla birlikte aç susuz bırakılarak hunharca şehit edilmiştir. Dünya Müslümanları bu olaydan büyük üzüntü duymuşlar ve hala da duymaktayız. Bir nevi Kerbela olayı, Muharrem ayının maneviyatı üzerine acılar ekmiştir. Bütün Müslümanlar olarak tarihin bu şekilde tekerrür etmemesi için çaba harcanmalı, bugünü ‘yas günü’ ilan etmenin yerine, geleceğe dair güzel duygular beslenmeli ve hayırlı işlerin adımları atılmalıdır. Aşure günü, Şii Müslümanların yaptığı gibi bedene zarar verilmemeli, folklorik bir kutlama törenine de dönüştürülmemelidir. Mümkün olduğu kadar, İslam’ın güler yüzü önplana çıkarılmalıdır.Maalesef bugün de etnik ve mezhepsel farklılıklar üzerinden Müslümanlara yeni Kerbelalar yaşatılmak istemektedirler. Müslümanlar Sünnisiyle, Caferisiyle, Alevisiyle vb. bu tuzakların farkında olmalıdır. Çare, “hergün aşure, her yer kerbelâ” duyarlılığını korumaktır. Dolayısıyla muharrem ayı, hem maneviyatımızın kuvvetlendirilmesine ve hem de Müslümanlar arasındaki dayanışma ruhunun canlandırılmasına hizmet edecek etkinliklerle taçlandırılmalıdır. Özellikle Müslümanların Kerbela olayından büyük ders çıkarmaları gerekir. Tarihte olmuş, bitmiş bir hâdise üzerinden siyaset yaparak Müslümanlar arasında mezhep farklılıklarını derinleştirmek de doğru değildir. Bu olaydan dolayı nasıl ki Sünni Müslümanları Yezidilikle suçlamak büyük bir haksızlıksa, aynı şekilde Alevi Müslümanları da zındıklıkla suçlamak büyük bir haksızlıktır. Bu konuda bizim şiarımız; “ben müslümanım diyen bir kimseye, sen mü’min değilsin” deme hakkımızın olmadığını bilmemizdir. Bu konuda dünya Müslümanları etnik ve mezhepsel farklılıkları kaşıyan emperyalistlerin tuzağına düşmemelidirler. Müslümanlar arasında mezhep ya da etnik köken farklılığı bir çatışma sebebi olamaz. Çünkü farklı yorum biçimlerine sahip Müslümanlar arasında asgari müşterekler değil, birlikteliği sağlayacak ve her türlü çatışmayı ortadan kaldıracak şekilde azami müşterekler vardır. Bu azami müşterek noktalarını koruma konusunda azami hassasiyetin gösterilmesi insani ve dini bir zorunluluktur. Bunun için Müslümanlar arasındaki farklı yorum biçimleri, bir çatışma sebebi değil, zenginlikler olarak görülmelidir. Zira bütün Müslümanlar, sanki bütün renkleriyle bir halının ya da kilimin desenindeki çizgi ve motifler gibidirler. Bundan dolayı, ittifak noktaları gündemde tutulup, ihtilaf noktaları kaşınmamalıdır. Bu konuda ulema, siyaset, ilim, fikir ve kanaat önderlerine tarihi sorumluluk düşmektedir. Hassaten basın yayın organları bu ateşi yükseltmede değil, aksine düşürmede rol oynamalıdırlar.İmam-ı Eş'ari'nin dediği gibi, bütün farklı ve çoğulcu mezhebi anlayışlara rağmen İslam topyekûn fırkaları içinde toplamış ve hepsine de şamil olmuştur.Bu sebeple mezheplerin farklılığı bir ayrılık değil, inancı yaşamada bir kolaylık unsurudur.