Mustafa Yiğit
“Fakir ama Gururlu”
Yeniçağ gazetesinden Servet Avcı önceki gün Türk medyasında yayınlanan son zamanların en dokunaklı, en etkili yazılardan birini kaleme aldı. Çok duygusal, gönül telimizi titreten, gururumuzu okşayan ve tabii ki bizi oldukça düşündüren cümleler içeren bir yazıydı bu. Bu yazıda, “gurbet ve muhacırlık” vardı.. Bu yazıda “Türkiye sevgisi” vardı…Bu yazıda “öksüz Türklüğümüz” vardı… Bu yazıda “unuttuğumuz hasletlerimiz” vardı…Bu yazıda soydaşlarımızın içimizi burkan ancak bizi umutlandıran, onurlandıran hikayeleri vardı..
Ankara’ya göç eden Telafer’li Türkmenlerin hayatlarından pasajlar içeren bu yazının başlığı aslında bize yeterince ipucu vermekte: “Artık bizim de Türkiye’de bir mezarımız var!..” Bu başlıktaki sözler aynı zamanda Türkiye’de hakka kavuşan bir Türkmen bebeğin babasına ait…
Servet Avcı yazısında Telafer’li Türkmenlerin Türkiye macerasını anlatırken aynı zamanda uzun süredir pek de aklımıza getirmediğimiz, reel politiğe kurban ettiğimiz, Türk milletinin güzel hasletlerinden bahsediyor …
Avcı, “onur”, “gurur”, “digergamlık”, vs… gibi kavramların Telefar’li kardeşlerimızın şahsında Ankara’nın Abidinpaşa’sında nasıl yeniden neşet ettiğini gözler önüne seriyor ve haklı olarak “Bizi kardeş kılana şükürler olsun” diyor.
Avcı’nın bu duasına biz de gönülden “amin” diyoruz…Ancak bu hatırlatmaları aslında biraz da içimizi acıtıyor, başımızı eğiyor, bizi utandırıyor.. Bizi niye utandırdığını, utandırması gerektiğini yazımın sonunda izah edeceğim. Ancak Servet Avcı’nın yazısına tekrar dönelim ve oradaki çok güzel insanlık derslerinin, Telaferli Türkmenlerin destansı onur mücadelesinin izlerini sürelim:
“Yenimahalle’de kendisine elbise yardımı yapılan bir Türkmen, alelacele geri geliyor… Ona verilen ceketin sahibini bulunmasını istiyor… Çünkü ceketin cebinden unutulmuş bir para çıkmıştır… Asalete bakın ki, onun telâşına düşmüştür Türkmen ve paranın iadesi için sahibini aramaktadır”
“ Kaynaşma için evlerde iftar organizasyonları yapılıyor… Dikmen’de bir aile bu çerçevede bir Türkmen aileyi ağırlamak istiyor… Kendilerine o davete gitmeleri için bilgi verilen aile önce karşı çıkıyor… “Sadece bir şartla katılırız” diyorlar: “Onlar da bize iftara gelme sözü verirse!..”Davet ediyorlar sizi o dram içindeki evlerine… İki gün sonra yiyecekleri bitecekmiş, aç kalacaklarmış ne gam, sizi iyi ağırlamak için evlerinde ne varsa önünüze seriyorlar…Bizi kardeş kılana şükürler olsun…”
“Bir Türkmen kızımız Ankara’da işe başlıyor ve ilk haftalığını alıyor… Henüz çocuk sayılacak bir kız ilk haftalığıyla ne alır Allah aşkına? Neler geçer içinden değil mi? Ama o ilk parasıyla Türkiye’ye geldiğinden beri ellerinden tutan ablalarına minnet ve şükran sofrası hazırlıyor…”
“Kendisine verilen gömlek bedenine uymayınca belki bir başkasına yarar diye geri getiren, ödeyecek kira parası kalmayınca, ev sahibine yalvarmayan, borç takmayan, çoluk çocuk başını öne eğip sessiz sedasız IŞİD’in kontrolündeki Telafer’e geri dönen, kendilerine verilmek istenen zekâtı, daha zor durumdaki bir başka kardeşine yönlendirmeye çalışan ve en zor şartlardayken bile hiçbir suça karışmayan kardeşlerimiz onlar…”
“Kocası Irak’ta esir… Kendisi dördüncü çocuğunu doğuruyor burada… Sürgünü ana karnında başlayan Türkmen bebeğe annenin koyduğu isim ise ‘Türkiye’!.. O kız bebek ismiyle bu coğrafyada Türk’e biçilmiş tarihi yolculuğu simgeliyor adeta… Bizi kardeş kılana şükürler olsun…”
Evet, Servet Avcı’nın Telafer’li Türkmenlerin hayatından, örnek davranışlarından sunmuş olduğu bu misaller aynı zamanda bizleri utandırıyor… İçten içe nereden nereye diyorum, kendi kendime? Nasıl bir millettik ne hale geldik? diyorum kendi kendime…
Çünkü bu yazı beni yetmişli yılların sonu, 80’lerin başındaki Türkiye’ye, Akşehir’e, bizim mahalleye götürüyor...
Türkiye’nin büyük çoğunluğu da o günlerde adeta Telafer’li kardeşlerimiz gibiydi. Neredeyse Türkiye’nin yüzde yetmişi köylerden kentlere göç etmiş, şehirlerin metruk, kıyı köşesindeki mahallelerinde hayat sürmeye başlamışlardı…
O mahallelerden birinde ben de yaşadım… O mahalle, Anadolu’nun o dönemdeki pek çok mahallesindeki gibi, tıpkı Yeşilçam filmlerindeki gibi “Fakir ama gururlu” bir mahalleydi…
O dönemde tıpkı bugünkü gibi mahallenin muhtarına, mahalle okulunun müdürlerine sosyal yardımlar gelirdi. Yani bugün çıkmış bir şey değildir o meşhur sosyal yardımlar…Ancak bugünden bir farkı vardır o günlerin… Çok büyük bir fark… İnsanlar bu sosyal yardımları almak için birbirlerini ezmezlerdi, bırakın ezmeyi, o yardımları almamak için direnirlerdi, kaçarlardı…Tıpkı Servet Avcı’nın yazısında anlattığı Telafer’li Türkmenler gibi…
Okulda ayakkabı ya da ne bileyim mont yardımı yapılırdı, öyle bugünkü gibi herkesin gözünün önünde de değil, herkesten uzak bir odada, mahallenin en fakir çocuklarına. Ancak o çocuklar o yardımları kendinden daha kötü durumdaki arkadaşlarının almasını isterlerdi, çoğu defa almamak için o gün okuldan kaçarlardı, kaçamayanlar ise ağlarlardı… Baskıyla, “Bu senin hakkın” gibi telkinlerle bu giysileri alsalar bile hayatta o mahallede giymezler, ancak başka bir yerde, kendisini kimsenin tanımadığı bir yerde giyerlerdi…
Mahallelere gelen yardımlarda hane halkının tavrı da okul çocuklarından farklı değildi. Bırakın bugünkü gibi birbirlerini ezerek arabalarının üstüne çıkmayı, yardım arabaları mahallenin ucundan göründüğünde bu yardıma muhtaç insanlar köşe bucak kaçarlardı. Kapılarını kapatırlardı… Yardımı alanlarsa uzun süre kendilerine gelemezler, boynu bükük gezerlerdi… Nerden nereye değil mi?
Hem Telefer’li Türkmenleri hem de bizim neredeyse nostaji olmuş güzel hasletlerimizi yeniden hatırlattığın için teşekkürler Servet Avcı…