Gazeteciler Silivri'yi gezdi

Gazeteciler Silivri'yi gezdi

Vatan yazarı Ruşen Çakır, Silivri Cezaevi'ne ilişkin gözlemlerini köşesinde aktardı.

Devletin gösterdiği ve gördüğümüz Silivri
RUŞEN ÇAKIR / VATAN


Adalet Bakanı, özellikle Ergenekon ve Balyoz davalarının tutuklu gazeteci, asker, politikacıları nedeniyle sık sık gündeme gelen Silivri Cezaevi’ne bir medya turu düzenledi. Cezaevini gezerken 12 Eylül döneminde tutuklu kalmış biri olarak “Cezaevinin iyisi olmaz” demekten kendimi alamadım

Dün 11 gazeteden 11 gazeteci, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ile birlikte Silivri Cezaevi Kampüsü’ndeydik. Kuşkusuz Türkiye’nin yakın tarihine daha şimdiden damgasını vurmuş olan Silivri Cezaevi’nin kapılarının medyaya ilk kez açılmış olması önemli bir olaydı. Fakat dün gazeteciler olarak sadece cezaevi binası ve görevlilerle buluştuk, Silivri’yi Silivri yapan tutuklularla herhangi bir temasımız olmadı. Halbuki Ergin’in başdanışmanı Adnan Boynukara bir gün önce beni Saraybosna’da bulup olaydan bahsettiğinde en çok içerde kimlerle karşılaşacağımızı ve gerek Bakan’la, gerekse gazetecilerle tutuklular arasında neler yaşanabileceğini merak etmiştim. Boşunaymış, zira Silivri’ye gitmek için buluştuğumuzda bu tür bir temasın programda olmadığını öğrendik.

Yine de bu medya turu Silivri’nin nasıl bir yer olduğunu anlamamız ve okuyucularımıza anlatmamız için hayli yararlı oldu. Daha önce Nedim Şener ve Ahmet Şık’ı ikişer kez ziyarete gitmiş, onlardan cezaevi koşullarını dinlemiş olduğum için Silivri hakkında bir ölçüde fikrim vardı. Ama ziyaretçi kabininin ötesine geçerek cezaevinde tutukluların yaşadıkları yerleri görmek; hastane, mutfak, çamaşırhane, fırın gibi birimleri incelemek kuşkusuz insanın daha fazla bilgi sahibi olmasına yardımcı oluyor.


‘Gösterilen ve gördüğümüz Silivri’

Peki Silivri nasıl bir yer? Öncelikle bunun haberli ve bakanın bizzat dahil olduğu bir organizasyon olduğunu akılda tutmak lazım. 12 Eylül askeri rejimi döneminde üst düzey komutanların ziyaretleri öncesi askeri cezaevlerinde nasıl hummalı bir faaliyet yaşandığına tanıklık etmiş birisi olarak bu sefer de yöneticilerin bizlere çok parlak görüntüler hazırlamış olacaklarını tahmin ediyordum. Nitekim öyle oldu. Örneğin “semt polikliniği” olmaktan kısa süre önce çıkıp “devlet hastanesi” statüsüne kavuşmuş olan cezaevi hastanesi etkileyiciydi. Keza mutfak, çamaşırhane, spor salonu, halı saha, açık görüş yerleri, havalandırma gibi mekanlarda da belli bir standartın tutturulmuş olduğu anlaşılıyordu. Ama tutuklularla görüş(e)mediğimiz için bu imkanlardan ne ölçüde yararlandıklarını, ne tür talep ve şikayetleri olduğunu öğrenme durumumuz olmadı.

‘Geçmişle kıyaslama’

1981 Şubat-1982 Ağustos ayları arasında İstanbul’da Hasdal ve Metris askeri cezaevlerinde tutuklu kaldım. Hasdal sonradan cezaevine dönüştürülmüş bir binaydı ve her bakımdan dökülüyordu. Buna karşılık Metris, 12 Eylül generallerinin “modern cezaevi” diye böbürlendiği özel olarak inşa edilmiş yeni bir tutukeviydi fakat kısa süre içinde orası da hızla eskidi ve dökülmeye başladı. Dün gezdiğimiz Silivri’nin benim yatmış olduğum askeri cezaevlerinden çok daha iyi koşullara sahip olduğu muhakkak. Ancak insan aradan geçen 30 yılda, hele bu süre içinde Türkiye bambaşka bir ülke olmuşsa, çok daha fazla iyileşme ve çok daha cazip insani koşul bekliyor.

Bizim zamanımızda koğuş sistemi vardı: Hasdal’da en az 40, Metris’te de 16 kişi aynı koğuşta kalırdık. O dönemin siyasi koşulları düşünülürse koğuşta kalmak bizim için iyi, devlet için kötüydü. Çünkü çok daha iyi örgütleniyor ve direniyorduk. Bugün Silivri’nin dahil olduğu L tipi cezaevlerinde odalarda olabildiğince az kişinin kalması hedefleniyor ama imkanlar yetersiz olduğu için tek kişinin kalması gereken odalara üçer kişinin konulduğunu sıklıkla görüyoruz.

Özellikle belli bir yaşın (ve statünün) üstündeki kişilerin yalnızlığı tercih etmesi anlaşılır bir şey ama Silivri’de diğer birimlerde kalan tutuklularla mahkemeler dışında görüşme imkanının çok kısıtlı olması, hatta hiç olmaması önde gelen şikayetlerden biri. Yönetimler tutukluların güvenliği gibi bir gerekçeye dayandırarak bu türden kolektifliklere izin vermiyorlar ki bunun açık bir hak ihlali olduğu kanısındayım.

‘Cezaevinin iyisi olmaz’

11 gazeteci içinde Radikal’den Oral Çalışlar ile benim dışımda cezaevinde yatmış kimse yoktu. Geri kalanların cezaevi bilgisi kitaplarda okudukları, filmlerde gördükleri ve tecrübe sahiplerinden dinlediklerinden ibaretti. Bu açıdan bakıldığında Oral ile ben diğerlerine göre avantajlı yani şanslıydık. Ama bir başka açıdan bakıldığında bizim (en azından kendi hesabıma benim) talihsiz olduğumuz söylenebilir. Örneğin birçok meslektaşımız gezdiğimiz koğuşlarda (aslında “koğuş” demek ne derece doğru olur bilmiyorum, “yaşam ünitesi” gibi tamlamalar da kulağı fazla tırmalıyor) boş yatakların başında fotoğraf çektirdi ancak ben yapmadım, daha doğrusu yapamadım. Çünkü yatan birisi, cezaevinin iyisinin olmadığını çok iyi bilir. Olsa olsa “en az kötü” veya “insani koşullara en yakın” gibi değerlendirmeler yapılabilir ki Silivri’nin de bu tür yorumları hak ettiğine çok emin değilim. Zira Silivri’yi Silivri yapan kampüsün fiziksel özelliklerinden ziyade içerde tutulan kişiler, onlara yöneltilen suçlamalar ve çoğu yine o kampüste görülen davaların gidişatıdır.

Dolayısıyla bugün 11 ayrı gazetede yazan biz 11 ayrı gazeteciye aynı Silivri gösterilmiş olsa da 11 ayrı Silivri göreceğimiz açık. Bu farklılıkların temel nedeni de “görme biçimlerimiz” değil yaşanan yargı sürecine bakışlarımız olacaktır.

Bu noktada Silivri turuna katılan gazetecileri ve gazetelerini yazmakta yarar var: Ahmet Hakan (Hürriyet), Aslı Aydıntaşbaş (Milliyet), Emre Aköz (Sabah), Bülent Korucu (Zaman), Ergun Babahan (Star), Rahim Er (Türkiye), Utku Çakırözer (Cumhuriyet), Oral Çalışlar (Radikal), Nagehan Alçı (Akşam), Tuncer Köseoğlu (Taraf) ve ben. (Bu arada Adalet Bakanlığı’nın bu gazeteci kompozisyonunu oluşturmasının bile işi ne derece ciddiye aldığının bir kanıtı olduğunu vurgulayalım.)

Son olarak şunu söylemek isterim: Günümüz cezaevlerinin, geçmişe, örneğin 12 Eylül askeri rejimine göre daha insani koşullara sahip oldukları aşikâr ancak yargılama süreçleri hakkında aynı şeyi söylemek hayli zor. Örneğin dün biz Silivri Cezaevi’ni gezerken Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül kamu vicdanını ciddi bir şekilde yaralayacak şekilde çok ağır bir cezaya çarptırıldı. Dolayısıyla bir devlet cezaevlerini ne kadar insanileştirirse insanileştirsin, insanların yargıya güvenleri azalıyor, hatta yok oluyorsa her şey boştur. Hukuk devletinin ilk sorgulanması gereken yerler de cezaevleri değil adliyelerdir.