Hapse attık, sürgün ettik de ne oldu?

Hapse attık, sürgün ettik de ne oldu?

Türkiye’de Cumhuriyet’ten bu yana yaşanan siyasi krizleri, İstiklal Mahkemeleri’nin aldığı canları ve darbeleri gazetemize değerlendiren Gazeteci-Yazar Mustafa Armağan çarpıcı ifadeler kullandı

Gazeteci-Yazar Mustafa Armağan, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilk döneminde ve yakın tarihimizde yaşanan askeri müdahaleleri gazetemize değerlendirdi. İstiklal Mahkemeleri’nde infaz edilen ve üzerine hainlikle yaftalanan binlerce insandan, Vahdettin ve Nazım Hikmet’e kadar birçok kişinin yaşadığı haksızlıkları sebepleriyle birlikte anlatan Armağan,  28 Şubat Post-Modern darbe ve 2007 e-muhtıra krizini de farklı bir gözle yorumladı. 12 Eylül’ün sosyalistleri, 28 Şubat’ın ise tümüyle dindar kesimi hedef aldığını vurgulayan Armağan, her iki darbenin de beklenen sonucu vermediğini kaydetti.

ESKİYE DAİR HER ŞEYİ KARATTILAR, MAZLUMLARI HAİN YAPTILAR

Aralarında İskilipli Atıf Hoca, Şeyh Said gibi isimlerin de bulunduğu İstiklal Mahkemesi kurbanlarının aynı zamanda hain olarak nitelendirildiğini dile getiren Armağan, bunun sebebinin yeni bir rejime gidilirken, eskiye dair her şeyin iftiralarla karartmak zorunluluğundan ileri geldiğini söyledi. Armağan şöyle devam etti: “İskilipli Atıf, Şeyh Said ve Ethem gibi Nazım Hikmet de bir zamanlar vatan hainiydi. Kitapları basılamaz, şiirleri okunamazdı. okunduğu zaman mahkeme kurulurdu. Hakkında pek yazı yazılamazdı olumlu manada. Yazılırsa vatan haini yaftası yapıştırılırdı. Ama artık devir değişti. Artık Nazım Hikmet Fethullah Gülen’in şiir kasetinde yer alıyor. Düşünün birbirine çok uzak görünen iki kişinin şiiri ‘Hep Kahır’ isimli kasette bir arada verildi. Artık kitapları basılıyor. Vakıf kuruluyor. Peki, bu hainlik ne oldu? Hapse attık, sürgün ettik, ne oldu? Bir mahkeme kararı mı çıkarıldı, Nazım Hikmet artık hain değildir diye... Tabii ki böyle bir şey olmadı. Kamuoyunun vicdanı bunun manasız olduğu kanaatine vardı. Ayrıca bu insanlar hainlik atfedilecek her hangi bir eylemde de bulunmamıştı. O dönemde hain olarak nitelendirebileceğimiz insanlar yok muydu? Tabii ki vardı ama bunun ayrımını çok iyi yapmamız lazım.”

HAİNLİK YAFTASI TAMAMEN SİYASİYDİ, HEDEF HİLAFETİ KARALAMAKTI

Ders kitaplarında aynı şekilde Sultan Vahdettin’in de uzun süre hain olarak anlatıldığını, fakat zamanla onun da hain olmadığının ortaya çıktığını vurgulayan Armağan, Ecevit dahil birçok sosyal demokratın bile Vahdettin’in hain olmadığı yönünde açıklamalar yaptığını söyledi. Cumhuriyetin ilk kurulduğu dönemlerde ortaya atılan yaftanın tamamen siyasi olduğunu ve hilafeti hedef aldığını belirten Armağan, “İlk yıllar Hilafet kaldırılmış, eski rejimle kavgaya girilmiş ve eski rejimle ilgili her türlü iftira atılmıştı. Bugün böyle bakmak gibi bir zorunluluğumuz olmadığı ve bunun manasız olacağını düşündüğümüz için bu insanlara hain demiyoruz. Ayrıca gözlerden sürekli kaçırılan bir husus daha var ki o da Vahdettin bu ülkeyi terk ederken padişah değildi. Saltanat(Padişahlık) 1 Kasım 1922’de kaldırıldı, Vahdettin ise ülkeyi 17 Kasım 1922 tarihinde terk etti. Sadece hilafet vardı ve o da hiçbir yere bağlı değildi. Üstelik de benim kanaatim Vahdettin gitmeseydi Menderes’ten beter edeceklerdi. Vahdettin de bunu hatıratında ‘Ben şahsım adına değil, arkamda 600 yıllık hanedanın şerefini taşıyorum’ ifadesini kullandı ve ülkeyi terk edişini Peygamber efendimizin Mekke’den Medine’ye hicreti gibi değerlendirdi. Sonra kaçtı da ne oldu. Ne ihanet planları yaptı? İngilizlerle anlaşma mı yaptı?” dedi.

12 EYLÜL’DE SOLCULAR TASFİYE EDİLEREK, MUHAFAZAKÂRLARIN ÖNÜ AÇILDI

12 Eylül’den sonra özellikle sol hareketin bitirilmesi, ülkücü hareketin de gücünün zayıflatılmasının amaçlandığını, toplumun ise muhafazakârlaşmasının önü açıldığını dile getiren Armağan, bu dönemde istenilen muhafazakarlığın İslamcılık olmadığının altını çizdi. Armağan, “60’lardan gelen ve İslami duyarlılığı olan bir akım vardı o dönemde. Bu daha geniş bir kesime yayıldı. İkincisi bu dönemde göç hareketi oldu. Bu göç hareketinden gelen insanlar şehirlere geldiğinde kendine bir kimlik bulma krizi yaşadı. İslami hareketin ya da muhafazakarlığın yükselmesi aynı zamanda kimlik krizine maruz kalan insanlara da bir kimlik edinme imkanı sağladı. Böylece bu iki dalga bir yerde buluştu. Bir taraftan göç, bir taraftan 60’lardan gelen İslami oluşumlar bir yerde buluştu. Zaten 1991’de Refah Partisi’nin ve onda simgeleşen dini hassasiyetin siyasi harekette patlama yaptığını biliyoruz. Bu patlamalar peşi sıra gelmeye başladı”

1920’DEN GELEN STATÜKOYU DEVAM ETTİRMEK İÇİN 28 ŞUBAT’I DEVREYE GEÇİRDİLER

Devletin, bu hareketin önünü alması noktasında bir düğmeye basma ihtiyacı duyduğunu, çünkü bunun 1920’lerden beri gelen statükoyu tümden değiştirecek ya da kısmen yenileyecek bir dinamizmi içerdiğini vurgulayan Armağan, “Neticede 28 Şubat döneminde bunun engellenmesi için ilk adım atıldı. Fakat bunun işe yaramayacağını hatta bunun tam tersine hareketi hızlandırabileceğini, ivme kazandırabileceğini kestiremediler. Bu böyle bir muhtırayla önlenecek bir hareket değildi çünkü. Sosyolojik bir gerçek var. İnsanların kimlik edinme ihtiyacına bir cevap veriyor. Dolayısıyla bunun önlenebileceğini zannederek bir takım komplolarla önü kesilmek istendikçe toplumda bunun devamı geldi. Çünkü arkadan bunu besleyen bir sosyolojik realite vardı. Bin yıl süreceği söylenen bu süreç 10 yıl içerisinde hatta 10 yıl bile sürmeden tersine döndü” ifadelerini kullandı.

GÜÇ KIRILMASI OLMADI AMA ASKER SİVİL İNSİYATİFE YENİLDİ

2007 yılında Genel Kurmay Başkanlığı tarafından yapılan e-muhtıranın Türkiye’nin yeni şeklini alması yönünde daha çok önem taşıdığını kaydeden Armağan, 28 Şubat artçılarının nefes almak için gücünün son demine kadar çaba verdiğini, bunun sonucunda da 2007 e-muhtırasının yapıldığını söyledi. Beklenenin aksine herhangi bir güç kırılmasının yaşanmadığını fakat askeriyenin sivil insiyatif tarafından güçsüz bırakıldığını belirten Armağan, “Bu domino taşı gibi halkın aleyhine de devrilebilirdi. Burada dik duran sadece hükümet değil, aynı zamanda yazarlar, aydınlar ve sivil toplum kuruluşlarıydı da. Bu yüzden tersine bir domino oldu. Bu da Silivri’ye kadar giden bir süreci başlatmış oldu. 2007’den sonra Türkiye’de taşlar yerine oturmaya başladı. Siyasi iktidar gerçekten muktedir oldu. Hem MGK toplantılarında, hem asker-sivil ilişkilerinde artık insiyatif çok uzun zamandan beridir ilk kez siyasi iktidarın eline geçti” şeklinde konuştu.

HALA 1960’LARA DÖNME ÇABASI İÇERİSİNDEYİZ

1960-2007 arasındaki 50 yıllık süreci çok iyi analiz etmek gerektiğine dikkat çeken Armağan. Türkiye’nin hala militarist anlayışın etkisinden kurtulamadığını savundu. Armağan, “Siyasi hayatımızda belki bunun kırıldığını düşünebiliriz ama hala o militer anlayışın hayatın birçok noktasında geçerliliğini koruduğunu görebiliyoruz. Andımız tartışmasından başlayın birçok şeyde asker de konuşur diyorduk. Askerin de bir fikri varsa söyleyebilir diyorduk. Ama artık niye söylesin canım, askerin işi mi bu diyebiliyoruz. Tarih muhtıra ile çürütülemez. Yine de 1960’a dönme çabasındayız. 1960’daki 27 Mayıs öncesindeki o normal sayabileceğimiz döneme dönme çabasını koruyoruz. Henüz tam olarak dönebildiğimiz söylenemez. Kültürel olarak çok ilerideyiz ama devlet sistemi olarak hala eksikliklerimiz var” dedi. Şehrin içerisindeki askeri alanların boşaltılmasının önemine işaret eden Armağan, “Şehrin güvenliği varsa bunu zaten emniyet güçleri üstlenir. Daha yapacak çok şey var. Bundan sonra STK’ların daha aktif olması, toplumun haklarına daha çok sahip çıkması ve haklarına sahip çıkacak siyasi kadroların kim olursa olsun iktidara gelmesi için çaba gösterilmesi çok önemli. Bu noktadan sonra iş biraz topluma kalıyor. Darbelerin bir daha olmaması için toplumun aklını başına toplaması gerekiyor” diye konuştu.

memleket.com.tr