Hilal Kaplan'dan tartışılacak Atatürk çıkışı
"Türkiye'nin Ölmeyen Babası Atatürk” kitabının yazarı Sosyolog Hilâl Kaplan yeni yapılacak anayasada Atatürk isminin yer almaması gerektiğini söyledi.
Kaplan "Yerini herhangi bir insan, vb. almaması için de azamî gayret gösterip, sadece adalet, hakkaniyet, demokrasi gibi. bazı soyut değerlere aşırı ihtimam gösterildiği bir ülke kurabiliriz inşallah" diye konuştu.
TEK PARTİ DÖNEMİNDEKİ UYGULAMALAR SAVUNULAMAZ
Yeni Asya'ya konuşan Hilâl Kaplan "‘Altın çağ’ algısını kırmak ve Mustafa Kemal’in de herhangi bir lider gibi yanlışlara imza attığını göstermek önemlidir.. Mustafa Kemâl döneminde gerçekleşen 14 Kürt isyanına, Takrir-i Sükûn, İstiklâl Mahkemeleri gibi uygulamalara ve Dersim Katliâmı gibi kıyımlara bakarsanız toplumun kendini bastırmak isteyen devletle nasıl bir uyumsuzluk içinde olduğunu görürsünüz" dedi.
Yeni anayasada Atatürk olmasın
Cumhuriyet kutlamaları bu sene Van depremi dolayısıyla daha sade törenlerle gerçekleştirildi. CHP lideri Kılıçdaroğlu bunu eleştirdi. Aslında eleştirdiği cumhuriyetin ritüellerinin yapılamamasıydı. Biz de bu hafta Cumhuriyetin kurucusu olarak görülen M. Kemal’e yüklenen mânâyı konuşmak istedik. Yeni çıkan “Türkiye’nin Ölmeyen Babası Atatürk” kitabının yazarı Sosyolog Hilâl Kaplan’la kavramlar üzerinde durduk. Kaplan, Atatürk’ün yasının sonsuza kadar devam etmesini isteyenler olduğunu söyleyerek Balyoz Sanığı Saygun'un “Allah Atatürk’e uzun ömür versin, O’nu başımızdan eksik etmesin” dediğini belirtiyor.
Atatürk figürü kısaca anlatılmak istense T.C. için neyi ifade ediyor?
“T.C.”den kasıt soyut bir devlet kavramıysa, o devletin kurucusunu ve “ebedi şef/ ölümsüz lider”ini temsil ediyor. Türkiye Cumhuriyeti’ne devlet tanımı bağlamında baktığınızda anayasadan devlet görevlilerinin bağlı bulunduğu mevzuata kadar Atatürk göstereni (Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları, vb.) her yeri kaplamış durumdadır. En alt seviyeden en üste kadar “Atatürkçü değilim” diye görüşünü açıktan savunabilen bir devlet görevlisi gösterirseniz yanıldığımı kabul ederim.
Atatürkçüler bağlamındaysa Atatürk’ün neyi ifade ettiğini sorduğum gençler için “ışık, doğa sevgisi, dünya barışı, vatan sevgisi” gibi çok farklı cevaplar aldım. Bu Atatürk göstereninin, “boş gösteren” olmasından kaynaklanıyor. Kemalizmden farklı olarak Atatürkçü olmak herhangi bir sabite dayanmadığından arzu edilen her şeyin atfedilebildiği ve nihaî tek amacı ‘Atatürk’ gösterenini canlı kılmak olan bir egemenlik süreci olduğunu görüyorsunuz. Bu minvalde örneğin Ak Parti Kemalist olduğunu ileri süremez, buna ihtiyaç da duymaz, ama “En Atatürkçü parti biziz” diyebilir ve garip karşılanmaz. Zira bu “zoraki konsensüs” oldukça içselleştirilmiş ve kanıksanmıştır. Bu bağlamda Atatürkçülük, Kemalizmden daha tehlikeli ve totaliter bir ufku sunmaktadır ve “Kral çıplak!” deme vakti geldi de geçiyor aslında…
Neden Atatürk ve gençlik bağlantısını kurmak istediniz?
Yüksek lisans tezimi hazırladığım dönem tam da cumhuriyet mitingleri zamanına denk düşüyordu ve ben de mitingler üzerinden “yeniden gruplanma” ihtiyacı hisseden Atatürkçüleri çalışmak istemiştim. Gençliği seçmemin özel sebebi hem yaşıma yakın insanlarla daha rahat iletişim kurabileceğimi düşünmemden hem de her otoriter devlette olduğu gibi resmî ideoloji olan Atatürkçülüğün gençlere “aşılanması” için devletin gösterdiği özel gayretin incelenmeye muhtaç olduğuna inanmamdan kaynaklanıyor.
“Atatürk yaşasaydı“ cümleleriyle başlayan kurtarıcılık atfı gençlerde özgüven eksikliğine sebep oluyor mu?
Araştırmam sosyo-psikolojik bir değerlendirme olmadığından bu hususta kesin bir verim yok, ama şu kadarını söyleyebilirim: “Atatürk yaşasaydı” temennisi üzerine bina edilen bir siyasal öznellik sadece gençlerin değil, daha olgun yaştakilerin de “reşit” olmasının önünde bir engel. Zira hangi yaştan olursa olsun, bu tür bir bağlanma içine giren Atatürkçüler, Atatürk’e “manevî baba” rolü atfettiğinden bir türlü hem bu gösterenle, hem de devletle kurdukları ilişkide “büyüyemiyorlar”. Devleti kuranı “baba/ata” olarak konumlandırdığınızda devleti de böyle konumlandırmış olduğunuzdan kendi öznelliğinizi “enfantil” boyuta indirgemiş oluyorsunuz. Bu yüzden pek çok Atatürkçü için ne Mustafa Kemal, ne de devlet sorgulanabilir, sadece itaat edilir ve yolundan gidilir. Bu yüzden kitapta da “Ben bir Atatürk çocuğum” diye başlayan açıklamalar yapanlara dair de özel bir bölüm var.
Ama öbür taraftan da Gençliğe Hitabe ve Bursa Nutku’nda gençlerin cumhuriyete sahip çıkmak için meşrû hükümetlere baş kaldırması, kanunlara uymaması da isteniyor. Bu ne tür bir ilişki?
Çalışmamda her bir darbe döneminde gençliğe nasıl seslenildiğini ve gençliğin hem devlet, hem medya bağlamında nasıl konumlandırıldığını da inceledim. Gençliğe Hitabe ve Bursa Nutku gibi metinler gençliğin Atatürk’le ilişkilenmesinde birincil öneme sahip zira Atatürk’ün öncelikli muhatap olarak gençleri gördüğü metinler. Ancak dikkat buyurursanız, bu iki metinde de gençliğe özne olma hakkı “rejimin bekçisi” olmayı kabul ettikleri takdirde verilir. Özne oluşunuzun sınırını bir öteki çiziyorsa, ne kadar özne olabildiğinizde o derece tartışmalıdır zaten.
Dediğim gibi her otoriter rejimde olduğu gibi Türkiye’de de gençliğe “devrimin bekçileri” rolü verildi. Bu rol uzunca bir süre statüko sahipleri iktidarda olduğundan figüranlıktan öte gitmedi. Ancak Menderes iktidarında, statüko sahiplerini tehdit eden bu halk iktidarını devirmek için gençliğe “baş rol” verildi. “Ordu-gençlik el ele” pankartları altında yürüyen gençler basında “Atatürk gençliği” olarak yere göğe sığdırılmadı. Darbeden sonraysa gençlik hareketleri anında kesildi zira “görev tamamlanmıştı”. Kitapta o dönemin gazete haber ve manşetlerinden de örneklerle bunu açıklıyorum.
1971 muhtırasındaysa, 27 Mayıs öncesi sokağa dökülen gençlerle sosyo-ekonomik ve eğitim olarak aynı paydayı paylaşan gençler “anarşizm”e yol açmakla suçlanıp dışlandı. Silâhlı eylemlere girişmeyen gençler için de aynı söylemin işletildiğine dikkatinizi çekerim. 1960’ta “Hürriyet mücahidleri” olarak pohpohlanan gençlik bu sefer olabildiğince kötücülleştirildi. Hâlbuki kitapta savunmalarından örnekler verdiğim Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan gibi gençlik hareketi öncüleri de kendilerinin Atatürk’ün yolundan gittiğini öne sürmüşlerdi.
Atatürkçü gençliğin özne değil, “harcanacak insan kaynağı” olarak görülmesinin en hazin örneklerinden birisi de 27 Mayısçıların “Hürriyet şehidi” ilân edip Anıtkabir’e gömdüğü beş gencin bedenlerinin 12 Eylülcüler tarafından mezarlarından çıkartılarak başka mezarlıklara gömdürülmesidir. Çünkü her dönemin darbecisi için kendi tarihini kurmak elzemdir ve ne yazık ki gençler de bu iktidar savaşlarında kullanılacak olan birer malzemeden ibarettir. Dolayısıyla statüko sahiplerinin verdiği sufleleri aynen tekrarlamayan bir gençliğin herhangi bir kıymeti harbiyesi yoktur.
Neden Atatürkçü gençliğin yasını imkânsız olarak görüyorsunuz?
Atatürk’ün ardından tutulan kamusal yasın bitmesi arzu edilmiyor. Zira bu yas bittiği ve özellikle görsel alanda Atatürk göstereninin hegemonyası kırıldığı zaman Atatürkçülük de bitmeye yüz tutacaktır. Atatürkçülük de ideolojik bağlanışlardan herhangi birisi mertebesine inmiş olacaktır çünkü. Bu yasın tamamlanması imkânsız bir yas olmasının sebebi, Atatürk’e vefat etmiş bir insan gibi davranılmıyor olması aynı zamanda. Şu anda Balyoz dâvâsının sanıklarından olan Ergün Saygun geçtiğimiz yıllarda “Allah Atatürk’e uzun ömür versin, onu başımızdan eksik etmesin” diye bir açıklama yapmıştı. Burada “uzun ömürler dilediği” elbette Mustafa Kemâl’in kendisi değil, Saygun ve benzerlerine egemenlik alanı açmış olan Atatürk gösterenidir. “Başımızdan eksik olmamasını” diledikleri de muhtemelen milletin tepesine balyoz gibi inmeye hazırlananlar olabilir…
Bu anlayışın devamını sağlayan unsur nedir?
Tarihin mitleştirilerek anlaşılması ve bu bağlamda Mustafa Kemâl döneminin bir “altın çağ” olarak sunulmasıdır. “Atatürk yaşarken her şey mükemmel işliyordu ve toplum bozulmaz bir uyum içindeydi” algısı, ruhu tekrar tekrar çağrılan, ölümsüzlük atfedilen bir lider fetişizmine yol açtı. “Tamamlanmış toplum” fantezisinin merkezine yerleştirilen Atatürk olunca, Atatürkçü olmayan herkesi de bertaraf edilmesi gereken tehdit olarak gören bir algı tezahür etti. Buna göre “Atatürk’ü canlı tutmak”, kendi bedeninde Atatürk’ü yaşatarak, mezkûr tehditleri bertaraf etmeyi de görev bellemeyi gerektirir. İlyas Salman’ın Cübbeli Ahmet Hoca’ya söylediklerini, minibüste vapurda Taraf okuyanlara sözlü tacizde bulunanları, sokak ortasında başörtülü kadınlara fizikî olarak saldıranları düşünün. Bu Atatürk gösterenine sadece “birey” boyutunda sahip çıkanların “görev bilinciyle” yaptıklarıdır. Buna devlet eliyle uygulanan yasak, parti kapatma ve sindirme tekniklerini eklerseniz ortaya çok daha vahim bir tablo çıkacaktır.
Peki bu yastan oları çıkarmak mümkün mü? Bu düşüncedeki insanların zaaflarının üstüne çok gidildiğini düşünüyor musunuz?
Bahsettiğim “altın çağ” algısını kırmak ve Mustafa Kemal’in de herhangi bir lider gibi zulümlere ve yanlışlara imza attığını göstermek önemlidir. Mustafa Kemâl döneminde gerçekleşen 14 Kürt isyanına, Takriri Sükûn, İstiklâl Mahkemeleri gibi uygulamalara ve Dersim Katliâmı gibi kıyımlara bakarsanız toplumun kendini bastırmak isteyen devletle nasıl bir uyumsuzluk içinde olduğunu görürsünüz. Ancak bu çabaya yönelik büyük de bir tepki var. Örneğin bu seneki 19 Mayıs’ta emekliliğini daha istememiş olan GK Başkanı Işık Koşaner şöyle bir konuşma yapmıştı:
“Atatürk ve silâh arkadaşlarının mücadelesine farklı bir anlam yükleyerek alternatif tarih yazılmaya çalışıldığını ibretle ve esefle görüyoruz.”
O dönem Kâzım Karabekir’in M. Kemal’den önce Anadolu’ya geçtiği yazıldı çizildi sanırım...
Ordunun başındaki birisi neden tarihçilerle bu kadar uğraşır sorusunun cevabı bu yasın neden imkânsız olmasını istedikleri sorusuyla aynı kapıya çıkıyor aslında. Atatürk göstereninden neşet eden egemenlik alanının kapanması arzu edilmiyor. Tarihin tek bir yazım biçimi olabileceğine, geçmişin mutlak hakikatine kendisi gibi düşünenlerin sahip olduğuna inanan ve bunun üzerinden gayri resmî tarih çalışması yapanlara da göz dağı veren Koşaner’in canhıraş çabasını bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Kimsenin “zaaf”larıyla uğraşmak gibi bir arzum yok. Benim derdim Atatürkçüleri “uyandırmak”, vb. değil. Derdim çok basit: Bir siyasî parti liderinin sorulduğunda açık yüreklilikle “Atatürkçü değilim, Atatürk devrimlerinin de yanlış olduğunu düşünüyorum” deyip başına bir iş gelmeyeceği bir ülke tahayyül ediyorum. Bu kitap hem Atatürkçüleri anlama ve anlatma hem de bu derdi paylaşan insanların mücadelesine de mütevazı bir katkı sunma çabasıdır. Ne eksik ne fazla.
Atatürkçü olarak adlandırılan düşüncenin ne Türkiye’de, ne de dünyada bilimsel ve insanlığın sorunlarına katkısıyla ilgili bir başarı kazanamadığı görünmüyor mu?
Bu açık bir gerçek, ama yüzleşilmek istenmiyor. Bu yüzden Atatürkçüler devamlı birbirlerine 1938 Kasım’ında dünya liderlerinin taziye mesajlarını, TIMES’ın meşhur kapağını hatırlatır ve evrensel boyutta herhangi bir başarı kazanmamış olduklarından Che’nin çantasından Nutuk’un çıktığı gibi masalları anlatırlar.
Dünya fikir hayatındaki başarısızlık Atatürkçüleri nereye götürür?
Atatürkçülük hiçbir zaman bir fikir üzerine kurulmadı ki. “Atatürkçü düşünce sistemi” diye bir sistem hiçbir zaman var olmadı. Mustafa Kemâl siyasî cereyanlara göre konumlanan pragmatist bir lider olduğundan olması da imkânsızdı zaten. Özellikle Demokrat Parti iktidarına karşı tekrar diriltilen bir lider fetişizmi ve onun zoraki gücü üzerine kurulu oldu. Bu egemenlik alanı sürdüğü sürece Atatürkçüleri dünya fikir hayatında ne olduğunun pek ilgilendirdiğini sanmıyorum, böyle bir dertleri kaldığından da şüpheliyim.
Gençlerin anayasaya göre Atatürk ilke ve inkilaplarına göre yetiştirilmesinin gerçek hayatta ne gibi karşılıkları var? Bu ideolojiyi benimsememiş gençler için bu vahim bir durum değil mi?
Kitapta taş atmayı seven bir çocuğun bir gün Atatürk heykeline de taş attığında başına neler geldiğini anlatan bir haberi paylaşıyorum. Bu çocuğun başına gelenler işin sadece somut tarafı. Bir de gerçek düşüncesini saklayarak büyümeye alışmış, sistemin zorladığı takiyyenin reşitliğin bir parçası olduğunu sanarak büyüyenler var. 23 Nisan’dan 19 Mayıs törenlerine kadar askerî nizamda büyütülen çocuklar var. Tarihe sorgulayıcı bir gözle bakması notunun düşmesine sebep olanlar var.
Arıza tek bir düşüncenin devletin resmî görüşü olarak sunulması ve okullardan anayasamıza kadar bu tektipçiliğin sirayet etmiş olmasından kaynaklanıyor.
Türk milletinin babası olarak tanımlanan Atatürk imgesinin sizce gelecekte gerçekliğini sürdürebileceğini düşünüyor musunuz? Ve yerini ne alacak?
Düşünmüyorum. Gayrı resmî tarih çalışmaları ortaya çıktıkça, ifade özgürlüğü kanallarındaki tıkanıklıklar açıldıkça bu sorunun üstesinden gelmemiz mümkün olabilir. Yeni Anayasa’da ‘Atatürk’ün yer almaması bu sebeple oldukça önemlidir. Yerini herhangi bir insan, vb. almaması için azamî gayret göstermek ve sadece adalet, hakkaniyet, demokrasi, vb. bazı soyut değerlere aşırı ihtimam gösterildiği bir ülke kurabiliriz inşallah.