yazar-35
Kaç kere ne?
Konya sokaklarında kolayca ve sıkça görebileceğimiz görüntülerden biri de budur ve özü şudur: Yazıyla veya işaretlerle bir iletiyi iletirken üstelemek, ısrar etmek, yinelemek, pekiştirmek, göze sokmak istercesine bir kez daha, iki kez daha, üç kez daha göstermek.
Bu tutumun sağlıklı bir tutum olmadığı açık. Fakat sağlıksızlığın veya özrün nerede başladığı veya nereye yöneldiği hususunda kafam karışık.
Bir duyuruyu duyurmak isteyen kişi, niçin bir kez duyurmakla yetinmez de ikinci, üçüncü kez duyurmaya kalkışır? Karşısındakilerin, o duyurunun muhatabı olanların veya olacakların işitme, görme, anlama yetilerinde bir özür, bir eksiklik olduğunu mu düşünmektedir? Bu pekâlâ muhtemel bir ihtimaldir; olabilir! Fakat başka olabilirlikler, olasılıklar da olabilir. Meselâ, eline bir mikrofon-hoparlör, bir kürsü, bir kalem, bir fırça, bir ekran, bir iletişim aracı geçiren kişi; ol aracı kullanmaktan öyle bir zevk ve keyif almakta, öyle büyük bir mutluluk duymaktadır ki, o aracın hangi amaca hizmet etmek üzere kullanılacağı, yapmakta olduğu iş ile o amacın uyuşmakta olup olmadığı gibi hususlar ehemmiyetini kaybetmekte, hattâ öyle hususların mevcudiyeti dahi hatıra gelmeyebilmektedir. Böylece araçlar, araçlıklarını da amaçla ilişkilerini de yitirmekte, neredeyse bağımsız bir kimlik ve anlam kazanıvermektedirler.
İstasyon yakınlarında bir yerde, sokak arasında bir caminin önünden geçerken cama yazılmış bir uyarı dikkatimi çekmişti. Cep telefonlarının kapatılmasını isteyen bir uyarıydı bu. Dikkat ettim, aynı uyarı, yarım metre aşağıda yine cam üzerine bir kez daha yazılmıştı. Aynı şeyi ikinci kez karşımda görmek canımı sıkmaya yetmişken, caminin giriş kapısının hemen sağında üçüncü kez aynı cümle ile karşılaşmak, sinirlerimi sarstı; gülmekle ağlamak arasında kalakaldım. Bu ne biçim bir şehvetti böyle? Namaz vakti değildi, cami kapalıydı. Caminin içinde bir yerlerde aynı uyarının dördüncü beşinci defa tekrarlanmış olabileceğinden korktum.
Buralara, pencere ve kapı camlarına, duvarlara, bu yazıları yazanlar, yazdıranlar, asanlar, acaba, yaptıkları işin karşılığını alabiliyorlar mı? Yani, herhangi bir vatandaş uyarılarından birincisini görmeyip ikincisini, ikincisini atlayıp üçüncüsünü, üçüncüsünü es geçip dördüncüsünü fark ediyor ve hemen o uyarının gereğini yerine getirip cep telefonunu kapatıyor mu? Yoksa bir, iki, üç, dört uyarıya rağmen, cep telefonunu kapatmayan ve meselâ namazın ortasında cemaate bilmem ne melodisi dinleten kimselere rastlanıyor mu?
O bol uyarıcılı caminin yanından uzaklaşacakken gördüğüm şey, yaşadığım dehşeti daha da artırdı. Yerde, duvarın dibinde demir bir kapı yatıyordu; herhâlde ihtiyaç kalmadığı için veya yenilendiği için çıkarılmış bir kapıydı bu ve işte onun üzerinde de yağlı boya ile aynı cümle yazılmıştı: CEP TELEFONLARINIZI KAPATINIZ.
Israrı anlamsızlık düzeyine çıkaran bu tutumun ardında, insanların algılama ve kavrama yeteneklerine karşı derin bir güvensizlik olduğunu söylemek, meseleye hak etmediği bir ağırlık yüklemek mi olur? Yoksa, bu durumu, gösterişçi, resmî devlet tutumuyla ilişkilendirmek, özsüz bir zevahirperestliğin yansıması saymak, daha mı doğru olur? Yoksa, bu iş, sıradan ve basit bir eğlenme yolu mudur?
Yazının neredeyse sonuna geldim; hâlâ görüntü kirliliği diyemedim. Bunun sebebi, görüntü kirliliğini önemsiz buluşum değil, meselenin önünde ardında, sağında solunda, altında üstünde, şurasında burasında, ondan daha önemli özürlerin bulunduğuna inanışımdır.