Çoğumuz hatta hepimiz belki de istemediğimiz işlerde çalışmak zorunda kalıyoruz, istemediğimiz hayatlar yaşıyoruz, şehir hayatının gereksinimleriyle mücadele etmek için hayatımızı, gençliğimizi harcıyoruz… Bazı şeyler zorunlu oluyor, yapacak başka bir şey de kalmıyor. Hele hayatımızın en güzel zamanlarını bir kaos/bilinmezlik içinde geçirmek en korkutucu olanı.
Okul-para kazanma, kira, fatura, ev-araç, sosyal statü çabası gibi birçok şeyin mücadelesi ile (her gün-daha çocuk yaşlardayken)güne başlayıp en güzel zamanlarımızı ne için (boşa) harcıyoruz. Evet, zorunda kalıyoruz.
Kaybolup gidiyoruz bu kısır döngü içinde, cesaret eden birkaçımız istediği hayatı yaşamak için bazı şeyleri değiştirmek için çaba harcıyor, başarabilenler belki üç-beş… Ama çoğunluk mutsuz ve kendini kaybetmiş, akıntıya kapılmış bir şekilde bezgin ve bitkin, yavan yaşıyor…
Hasbelkader kazanılan okulları bitirip hasbelkader bulunan işlerde çalışarak kazanılmaya çalışılan bir dünya hayatı… İstediği bölümde okumayı başarsa bile istediği mesleği yapamayan- yaptırılmayan ve sonuçta tükenmişlik sendromu denilen hem fiziksel hem duygusal anlamda kaybolan hayatlara sahip binlerce, milyonlarca kayıp insanlar… Sahip olduğu gerçek potansiyelinin kullanılamaması, geçen her günle birlikte insanın kendi anlamından, değerinden azalarak, uzaklaşarak, körelerek boğulması ve kendi kaybolmuşluğunun öfkesini, kinini, nefretini kendi çocukları üzerine boca edip- onlar da aynı şeyi yaşamasınlar, daha iyi yerlere gelsinler diye- onları boğan ebeveynler…
Not: Bu konuyu yazmam gerektiğini rica eden pek çok arkadaşımın, dostumun ısrarıyla kaleme aldığım bu yazının belki devamı gelir belki de siz tamamlarsınız sonunu…