Serpil Yalçınkaya
Mevlana
Ölümü ölmek değil de bengisu gibi algılayan, ölümü “vuslat” olarak anlatan, sindiren bir insana galip gelecek başka bir güç var mıdır acaba ya da böyle bir insanın tesir edemediği güçte başka bir insan var mıdır acaba?
“Gerçekten haberdar olarak ölenler, sevgilinin huzurunda şeker gibi erirler. Elest meclisinde âbıhayat içenler, bir başka tarzda ölürler. Onlar, letafette melekleri de geçmişlerdir, artık insanlar gibi ölmek uzaktır onlardan…
Aşıklar, yolculukta öldüler mi can padişahı karşılar onları. Aşıklar can gözünü açarlar…
Hepsi de o ay yüzlünün ayağı ucunda ölürler de güneş gibi doğup parlarlar…
Padişah , onları lutuf kucağına alır. Öyle hor ve ehemmiyetsiz bir halde ölmez onlar. Bunu da hani ölürlerse diye söyledim, yoksa ölüm onlardan uzaktır…”
Anadolu… Doğu ile Batı’nın paylaşamadığı cennet yurdu. İslamiyet’in temsil edileceği güzide mekân. Oranın kaderi tüm dünyanın kaderi.
13. yüzyıl Anadolu Selçukluları için zor bir dönemdir. Yıpranmış olan devlet şimdi bir de Moğolların akınıyla yanıp yıkılmaktaydı. Öte taraftan İslamiyetin ilk yıllarında ve efendimiz (s.a.v.) zamanında sorgulanmayan belki de hiç akla gelmeyen, kafa karıştıran, zihni bulandıran sor(gulama)ular sürekli kafaları karıştırıyordu. Pek çok dini-felsefi görüş ve akımlar baş göstermekteydi. Özellikle Yunan felsefesi oldukça etkiliydi. Münafıklık dizboyu olmuştu.
Batı’dan gelip geçen ve giderken binlerce Müslüman –Türk evladını kıyıp da giden Haçlılar ve hemen ardından doğudan gelen geçen ve yine geçerken binlerce evladı biçip giden Moğol saldırıları…Kılıçların, vücutların ve de en önemlisi zihinlerin büyük mücadelesi…Dindarla küffarın arasındaki savaştı aslolan kazanma ya da kaybetme kuşağında…Haçlı ordularının kendilerince Kudüs’e varmaları için talan etmeleri , ezip geçmeleri gereken yerlerdi bu topraklar…
Onca yıkıma, kıyıma karşı direnen bir halk, tüm gücü-kuvveti bitse de, elinde avucunda bir şey kalmasa da, yoksulluk ve hastalığın pençesinden kurtulamasa da çaresiz değildi hiçbir zaman… İslamiyet bir meşale misali karanlıkları aydınlatıyor, hasta milleti yeniden ayağa kaldıracak manevi reçeteleri bir bir sunuyordu aziz Türk halkına…Yüzyılı aşkın Haçlı savaşlarıyla yok edilemeyen Anadolu halkı şimdi bir de Moğol akınına direnecekti…
Verilen savaş sadece maddi anlamda değil belki ondan daha fazla ehemmiyetli olan manevi bir savaşın kazanılmasıydı. Kılıçla kalkanla yapılan savaş yüzyıl da sürse er ya da geç; galip ya da mağlup sona ererdi. Lakin maneviyat için verilen savaş çok daha ağır bir savaştı ve kaybedilirse sonsuza kadar kaybedilmiş olunurdu…
Belh şehrinden çıkıp ülke ülke, şehir şehir dolaşarak nihayetinde Konya’da karar kılan bir büyük âlimin, Bahaddin Veled’in oğlu olarak gelmişti Konya’ya işte bu akınlar, bu savaşlar sırasında.
Kendisi için ve ilerde manevi önderleri olacağı halkı için gerekli edep ve ilmi kaynağından hemen yanı başındaki babası Sultan-ül Ulema Bahaeddin Veled’ten temin ediyordu. Bu da yetmemiş Seyyid Burhaneddin’in eğitimine de tabi olmuş, hiçbir zaman “oldum” dememiş; sonrasında da Şems-i Tebrizi’nin dizinin dibinde tüm öğrendiklerinin yeni baştan yıkılıp da tekrar inşasına çalışmıştır. Boş yere daha küçük yaşlarındayken “ ne acayip bir durum; güneş ayın arkasından gidiyor” iltifatına mazhar olmamıştır o Muhyiddin-i Arabi tarafından.
Anadolu halkının bu kritik sürecinde Mevlana ve etrafındaki talebeleri halkın manevi dinamikleri olmuş; aşılması güç, ümitsiz ve buhranlı bu sürecin en kısa sürede ve en az zayiatla giderilmesi noktasında önemli görevler üstlenmişlerdir. Ruhların şifa bulması önce tek tek bedenlerin sonrasında da toplumun yeniden inşasında en önemli rolü üstlenmiştir. En tehlikeli zamanlarda bile halkın yanında olmuş, onları yalnız bırakmamıştır.
O önce medrese ilimlerinin tamamını öğrenmiş daha sonra ledün ilmi ile iştigal etmiş, manevi ilimlerde yeterince olgunluğa ulaştıktan sonra da ders vermeye başlamıştır. Ruhların eğitilmesi yönünde bir ömrü tüketmiş, bu konuda en büyük örneği de kendi hayatındaki hiç bitmeyen öğrenme gayretiyle göstermiştir. O ruhların tam anlamıyla doyabilmesi için insan aklına ve mantığına hitap edebilecek ilimlere vakıf olmuştur. Bu şekilde ilim yolunda maneviyat yolunda talebeler yetiştirirken diğer taraftan da devlet adamlarıyla görüşmüş, düşülen bu çöküntü sürecinin bir an önce aşılması için kritik görüşmelerde yer almış, önemli adımlarda bulunmuştur.
Umutsuzlukla birlikte baş gösteren (n)isyan toplum bireylerini önce tek tek sonra gruplar halinde zehirlemeye başlamışken ve açılan yaralar geçen gün daha çok derinleşerek ruhlarda kangrene dönüşmeden önce şifa bulmaları adına bir doktor, açılan bu yaralara merhem gibi bir ilaç görevi üstlenen o asrın mürşidi olmuş, belki de diğer dönem mürşitlerinden daha zor bir süreçte ve bu sürecin getirdiği zor koşullara uygun tekniklerle halkı irşada gayret etmiştir.
Ne diyordu; “ Gel, gel, yine gel! Ne olursan ol yine gel! Burası ümitsizlik dergâhı değildir.”
İnançsızlık, isyan, günah… Her ne bulaşmışsa insan ruhuna umutsuzluk denilen illete düşmemek gerekir. Yeter ki niyet et ve harekete geç, her ne olmuşsa olsun yine de geleceğim de, yeter.Amaları, fakatları bırak ve gel!..Bin defa tövbe etmiş, tövbeni her defasında bozmuş olsan da gel, ama mutlaka gel. Umutla gel, güvenle gel…
“ Ölümsüz ve doğumsuz, uçsuz ve bucaksız bir deryasın sen… Ve sayısız balıklar bulunur her deryada… Neden reddetmektesin sendeki erdemleri? Ve ne diye inkarcı başını kaşıyarak geçmede günler?!..” diyor aynı zamanda da “Ey insan! Ezelde mana balını sendin tadan petek petek ve sendin sırların sırrına eren şanslı kelebek!
Ne diye dönüp durmadasın şu dünya denen mumun çevresinde şimdi pervaneleyin, ve ne diye yakmadasın kanatlarını, ne diye?!.. Nurdansın sen… Hani Tanrı’nın nurundan… Ateşten değil… Hani şeytanın ateşinden…” diyordu.
O hem kendi çağına yapmıyor bu çağrısını, tüm zamanları ve tüm insanlığı kuşatıyor bu haykırışı… Sen-ben demiyor, sadece çağırıyor. İnsanın yeryüzüne gönderilme gayesini; farklı farklı hikâye, temsil ve metotlarla insan ruhunu Kur’an-ı Kerim nuruyla nurlandırıyor, onun ahlakıyla ahlaklandırıyor, hikmetlerini öğretiyor. “ Benliğimizden geçtik mi, su rengini alır, her kabın rengine, şekline uyarız. Biz bir ağacın dallarıyz, hepimiz de kapı yoldaşlarıyız.” Diye tüm dünyaya seslenip, din, dil, renk, ırk ayrımı gözetmeksizin herkesi sevgi, muhabbet, aşk yoluna davet ediyor.
O,“Dinleyin ey dostlar şu hikayeyi, anlatacaklarım aslında hikaye değil, bizim halimizin aynısıdır.” Derken okunulan şeydeki perdelerin arkasında kalan sırların çeşitli işaret ve remizlerle okuyucusunda inkişafını bekler. Gönle hitap ederken aklın yolunu bulmasını, birbirini tamamlamasını sağlar. Nefsin kötülüğü güzel gösterirken aslında beraberinde yol açacağı kötü durumları en güzel temsillerle ifade eder. Asıl büyük cihad diye tanımlanan kişinin kendi nefsiyle yaptığı mücadelede galip gelme yollarını gösterir. İlahi aşk ile öze dönmeyi zorlaştıran kişinin benliğinden oluşan kale duvarlarından nasıl aşabileceğini, ruhunu yüceltebileceğini anlatır.
Kur’an hakikatlerini şiirsel bir dille anlatma sebebini Mevlana müritlerinden Feridun bin Ahmet “ Hz. Mevlana Efendimiz’in sözleri zahir görünüşüyle şiirdir. Ancak baştanbaşa Kur’an tefsiri ve hadis şerhi yani tevhidtir. Bazen onların sırları, hakikatleridir bazen de manalardır, tevhid sülukunun kaidelerini açıklamadır.” Şeklinde ifade eder.
Mevlana bir mürşit-i kâmil, bir İslam düşünürü ve eşsiz bir şair ve filozoftur. Zekâsı ve ilmiyle de tüm zamanlara ışık tutmaya devam etmektedir. İnsanların terakki etmeleri için ahlaki ve ameli öğretilerini veciz bir şekilde dile getirmiş, bu yolda kılavuz olmuş, kendi yaşantısıyla da örnek teşkil etmiştir. Tüm zorluklara rağmen dünyaya küsmemiş, ondan uzaklaşmamış, küsülmesini istememiş; asıl uzaklaşılması gereken ve dünya diye adlandırılan şeylerin dünya değil de insanların kendi, tamahları, benlikleri ve hırsları olduğunu ifade etmekten geri durmamıştır.
“…Din yolunda sarf edilmek için kazanılan mala peygamber, ne güzel mal demiştir. Su , geminin içinde olursa gemi batar. Fakat geminin altındaki su, gemiyi yüzdürür, yürütür. Ağzı kapalı testinin içinde hava bulunursa uçsuz bucaksız denizde yüzüp gider. İçinde yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizinde batmaz, üstünde yüzer. Bu çeşit er, bütün dünyaya sahip olsa gözüne bile görünmez, aldırış bile etmez, onca hiçbir değeri yoktur.
…Zaten Mutlak Varlığın zuhuru görülünce dünya, güzelim dünyadır ve insana bu güzelim dünya, nefis yüzünden dar gelmededir de adam, bu yüzden savaşlara düşmededir.”
Ve her insanın başkalarının ayıp ve kusurlarından önce kendi manevi mücadelesini vermesini, kendini ıslah etmesini öğütler. “Karşındakinde gördüğün suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu kendi tabiatından arıtman gerek. Sendeki çirkin huy, sana onda göründü. O, sana adeta bir aynadır. Yüce yıldız, hani suya akseder de bu kutsuz yıldız bahtımızı döndürmek için suya aksetti der, suya toprak atarsın ya. Akis gizlenir, toprak suyu örter. Yıldızın aksi de gayb âlemine gider. Yıldızı söndü sanırsın amma o, gökyüzündedir. Başını oraya dikmen gerek” der.
Abdulbaki Gölpınarlı’nın deyimiyle tasavvuf bir yandan zamanına göre ileri ve hür bir görüşle insanlığın nefes almasını sağlıyor, bir yandan da hudutsuz bir müsamahayla insana büyük bir teselli kaynağı oluyordu.
O ortaya koyduğu evrensel bir insani yaklaşımla buna en çok ihtiyaç duyulan bir çağda Anadolu insanının yanında olmuş, insanların tasavvuf yolu ile Allah’a ve diğer insanlara yaklaşmalarını sağlamıştır.
O anneannemin “iyice düşmeden bir kez daha ziyaret etmeliyim” deyip de 80 küsur yaşında elindeki bastonuyla titrek zayıf kolları ve vücuduyla da olsa vefatından birkaç gün öncesi son ziyaretini aksatmadığı gönüller sultanıdır.