Prof. Dr. Ali Akpınar
Mevlânâ’ya gelmek!
Mevlânâ’ya gelmek! Mevlânâ çağrısına gönül vermek!
“Gel, dön gel, kim olursan ol yine gel..
İster kâfir, ister Mecûsî, ister putperest ol, yine gel..
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
Tevbeni bin defa bozmuş olsan da yine gel.”
Mevlânâ’yı eserlerinden tanıdıkça, aslında İran’lı bir şâire ait olduğu hâlde Mevlânâ’ya aitmiş gibi gösterilen, fakat genel olarak Mevlânâ felsefesine uygun yorumlanabilecek olan bu söz ile onun, herkese kapısını açtığını ancak herkesin, geldiği gibi kalmayarak, kendi dergâhından istifâde edip, değişerek, gelişerek, dönüşerek gitmesini arzuladığını anladık. Nitekim Gölpınarlı bu rubâîyi açıklarken şunları söyler:
Rubâî, Yüce Allâh’ın şu âyetlerinin meâlidir: “Ey nefislerine uyup haddi aşan kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphe yok ki Allâh, bütün günahları örtüp bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Size azap gelip çatmadan Rabbinize dönün, O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.” Rubâîde geçen ‘Bâzâ’ kelimesi, ‘gene, tekrar’ anlamına geldiği gibi ‘geri’ anlamına da gelir. Buna göre anlam şöyle olur: “Her neysen, kâfirsen, ateşe, puta tapıyorsan, kötülüklerde bulunmuş, yüz kere tevbe etmiş, fakat tevbeni bozmuşsan, dön yaptıklarından, geri gel, ümidini kesme. Çünkü bu bizim kapımız, ümitsizlik eşiği değildir.” Yoksa ‘kâfirsen, ateşe puta tapıyorsan, tevbeni bozmuşsan, kâfir olarak, ateşe puta taparak, tevbeni bozmuş olduğun halde tevbe etmeden gel, kabulümüzsün’ anlamına değildir ve bunu böyle anlayanların, şüphe yok ki kasıtları, maksatları vardır. Nitekim hadislerde “Yüce Allâh, can boğaza gelmeden kulun yaptığı tevbeyi kabul eder”, “Günahından tevbe eden, hiç günah işlememiş gibidir.”
Mevlânâ, kendisine ait bir rubâisinde gerçek anlamda tevbeyi kendi hayatından şöyle anlatıyor:
Efendim, Mevlâm! Ben eskiden işlenmiş günahlara, geçmişte yaptıklarıma Tevbe ederim. Telef olmuş, yok olup gitmiş bir âşıkın özrünü kabul etmez misin?
Benim pişmanlığım, her ne kadar senin bol kereminden, merhametinden kendi varlığıma yönelmek ve cömertliğini incitmekse de, Efendim, Allâh'ım beni affet, beni affet, beni affet!
Ben, tevbeyi ne yapayım? Nasıl tevbe edeyim ki, benim tevbem senin sayendedir, senin lütfundadır. Huzurunda tevbeden daha büyük bir günah olmaz! Senin büyüklüğüne layık tevbe nerede? Böyle tevbeyi kim yapabilir?
Yine o, öğüt kabul etmeyen azgınları tevbeye ve imana şöyle çağırır:
Daha ne kadar zaman, işsiz güçsüz nefsinin oyuncağı olacak, bedava onun angaryasını çekeceksin?
Daha ne kadar zaman develer gibi, diken başları yiyeceksin?
Daha niceye dek, ekmek ve para peşinde koşacaksın?
Ey kâfir oğlu kâfir, imana gel artık!
Ey öğüt kabul etmeyen, azıcığını söylüyorum sana… Bu azıcığı duy da bil ki ben biliyorum.
Gördüğün rüyaları ve başına gelecek işleri düşünmemek için kendini ölü ve kör ettin!
Ne vakte dek kaçaksın? İşte hileler, düzen anlayışının körlüğü, önüne geldi, çattı!
Tevbe kapısı kıyâmete kadar açıktır.
Kendine gel, bundan böyle çekin artık… Çünkü, Allâh’ın keremiyle tevbe kapısı, kıyâmete kadar açıktır.
Mevlânâ, rubâîlerinde dostlarını çağırırken, onların neye nasıl geleceklerini şöyle açıklar: Ey her ağacın, her bağın, her otun yeşilliği, tazelik ve baharı! Ey benim devletim, bahtım, yüceliğim… Ey yalnızlığım, ey semâ’im, ey ihlâsım ve riyâm.. Gel, gel ki sensiz sen olmadıkça bütün bunların hepsi sevdadan ibârettir.
Eğer sen, bu hakikat diyârından, bu mânâ meyhânesinden bir koku alamıyorsan, gelme buraya gelme. Eğer benlikten kurtulamıyor, isteklerinden soyunamıyorsan bu aşk nehrine dalma. Ötelerde bulunan bir yön var ya, bütün yönler oradan geliyor, orada kal, bu tarafa gelme.
Şimdi şu soruları soralım:
Mevlân’â’nın vefat yıldönümü dolayısıyla pek çok insan Ona geldi, Onu andı. Peki, bu insanlar nasıl geldiler ve nasıl gittiler? Hazretten ne kadar istifade ettiler? Onun, gel çağrısının amacını ne kadar anladılar? Ona geldikten sonra fikir ve amel dünyalarında neler değişti?
Öyleyse Mevlânâ çağrısına bir kez daha kulak verelim, gönül verelim ve çağrının aslına erelim!