yazar-35
Okumak ne demek?
Okumak, eski zamanlarda birine “ok” göndererek haber iletmek, çağrıda bulunmak anlamına gelirmiş. Hayatın akışı; okları da, bu uygulamayı da alıp götürmüş. Ama “okumak”ın “davet etmek, çağrıda bulunmak” anlamı, birçok yöremizde hâlâ yaşamakta, özellikle düğün sahipleri, değer verdikleri kimseleri düğünlerine “okumakta”, bu okuyuşun gereği olarak onlara, ok değil ama havlu, çorap, kumaş, vb. nesneler göndermekte, bu nesnelere de “okuntu” adını vermektedirler. Demek ki, okuntu bir çeşit “davet vesikası” yahut “çağrı belgesi”dir. Bu durumun farkında olan bazı gençler, dergilerine “Okuntu” adını vermişlerdi. Okuntu, onuncu sayısını Cahit Zarifoğlu Özel Sayısı olarak çıkardıktan, Rasim Özdenören’in deyişiyle “altın vuruş”tan sonra yayınına son verdi.
“İslâm’ın ilk emri oku!” bizim toplumumuzda bir çeşit slogana dönüşmüştür. Bunda Konya’da uzun yıllar yayımlanmış olan bir derginin bu adı taşımış olması da pay sahibidir sanırım. (Önümüzdeki Cumartesi günü, saat 15’te Prof. Dr. Yusuf Işıcık, bu derginin macerasını anlatacak İl Halk Kitaplığı salonunda. Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi’nin bir etkinliği. Geçen üç Cumartesi de, aynı salonda TYB ile İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün ortak programları oldu. Sonuncusunda Prof. Dr. Mehmet Tekin’den doğu batı ekseninde tarihsel bir yolculuğun yanı sıra, kişisel deneyimler ve bu arada çok zarif, güncel iğnelemeler dinledik. Güzel bir şölendi.)
Kalem sûresinin ilk âyeti olan “İkra’!” buyruğu, bazı yorumculara göre “davet et” anlamında kullanılmıştır. Fakat vahye muhatap olan “ümmî” Peygamber’in bu buyruğa karşı “Ben okuma bilmem!” demiş olması, kelimeyi “yazılı bir metni anlamak üzere telâffuz etmek” şeklinde anlamış olduğunu gösterir.
Bugün okumak denince, öncelikle ve özellikle bunu anlıyoruz ve bu anlayışın çok uzun bir geçmişi var. Nasreddin Hoca’nın o davranışını bilirsiniz: Kendisine okuması için getirilen mektubu okuyamadığını söyleyince “Kavuğundan utan!” diyen kimsenin başına “Marifet kavuktaysa, al kendin oku!” diyerek kavuğunu geçiriverir ya.
Dil ürünleri, çeşitli işaretlerle yazıya geçirilmiş, böylece kalıcı olmuşlardır. Çivi yazısı dahil, eski yazıların hemen hepsi uzmanlarınca okunmuştur. Sadece Etrüsk yazısının hâlâ çözülememiş, dolayısıyla okunamamış olduğu söylenir.
Tarihte, bilinen yazıların yanında özel şifreler tasarlayanlar, böylece daha gizli ve gizemli bir iletişim aracı geliştirenler de olmuştur. Diplomasi, savaş, güvenlik gerekçeleriyle şifre yöntemine başvurulması, olağan ve anlaşılabilir bir davranıştır. Ancak, şifrelerin ve şifreciliğin temel hayatî gerçeklerin iletilmesinde, kehânet formülü gibi kullanılmasında, insanların hakikat karşısında eşitliğini ve hakikatin evrenselliğini ve açıklığını zedeleyen bir espri bulunduğunu ve bu esprinin gereksiz ve aldatıcı olduğunu düşünüyorum.
Niyet okuma ve şifre çözmede özel marifetlerin geliştirildiği ve bu marifetlerin medyada müşteri bulabildiği ülkemizde, olağan ve sağlıklı okuma biçiminin itibar gören bir uğraş olması için bir şeyler, belki çok şeyler yapmak zorundayız.
Okumak, bir metni kendi kişisel gücüyle, zihniyle, birikimiyle anlamayı, kavramayı gerektiren ve sağlayan, önemli ve ciddî bir iştir. Acaba diyorum, okumayanlar, çocuklarını okumaktan alıkoyanlar; özgür, güçlü, güvenli, etkin bir kişilik edinmeyi kendileri ve çocukları için tehlikeli ve zararlı mı görüyorlar?
Okuma korkusu, bir çeşit özgürlük ve etkinlik korkusuysa eğer, insan olarak var olmaktan vazgeçmişiz; güdülen olmaya razı olmuşuz, demektir. Bu rızanın birtakım acı deneyimlerle bir “seçim”e dönüştüğü bile söylenebilir. Bu durumda canımıza okuyanlar, canımıza okumaya devam ederler.