Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Osmanlı’nın Medine-i Münevvere Hizmetleri
Osmanlı döneminde de Hicaz bölgesi özelde Medine barış içinde bir hayat yaşayacak, bu şehirde; medrese, saray, kışla, cami, imarethane, sayısız vakıf eserleri yapılmak suretiyle birçok hizmetler ifa edilecektir. Bu bağlamda Osmanlı’nın Medine’ye hizmeti büyük olmuştur. Örneğin; Kanuni Sultan Süleyman kubbe-i hadrayı/yeşil kubbeyi geçmeyecek düzeyde 35–40 m. yüksekliğinde Medine’nin etrafını surlarla çevirir, evlerin imarında da bu ölçüye büyük özen gösterilir. Ayrıca şehrin güneyindeki tatlı su kaynaklarını şehre getirmiştir. Osmanlı sultanları kendilerini daima Mekke-Medine’nin hizmetçileri olarak isimlendirmişler ve bu unvandan da büyük şeref duymuşlar ve her biri ayrı ayrı Efendimizin şehrine ve Mescid-i Nebi’ye sayısız hizmetler yapmışlardır.
Bilindiği gibi Müslümanların Hac ve Umre yolculuğunu kolaylaştırmak ve bölgenin payitahta bağlılığını kuvvetlendirmek amacıyla II. Abdülhamid 1901'de İstanbul'u Medine'ye bağlayacak olan Hicaz demir yolunun yapım çalışmalarını başlatır. Hicaz demiryolu 1908’de Medine’ye ulaşır. Ama ne var ki, Osmanlı’nın himaye ettiği Şerif Hüseyin İngilizlerle işbirliği yaparak 1916’da kendisini Hicaz kralı ilan ettirerek Osmanlı ordularıyla savaşa tutuşur. Fahreddin Paşa liderliğinde günlerce Medine müdafaası yapan Osmanlı orduları bu kutlu şehri 1918’de gözyaşları içerisinde I. dünya savaşına son veren mütareke ile boşaltmak zorunda kalırlar.
Tarihte ecdadımız bu kutsal mekânlarda yaşayan ahaliye nice büyük hizmetler götürmüştür. İstanbul Üsküdar’da bir semtin adı, Harem’dir. Bu isim gelişi güzel değil, Peygamber sevgisinin bir yansıması ve tezahürü olarak verilmiştir. Bu ismin Mekke-Medine bağlamında Harem-i Şerif’lerle bağlantısı vardır. İşte İstanbul’un bu Harem bölgesinde yer alan Haydarpaşa’dan kalkan tren, tarihimize Sürre alayları olarak geçen Hicaz ahâlisine karşılıksız dağıtılmak üzere katar katar yiyecek, giyecek gibi ihtiyaç maddelerinin yanı sıra çil çil altınlar taşırdı Medine’ye, oradan sevkedilmek için Mekke’ye.. Osmanlı’nın yiğit evlatları, Medine tren istasyonunun bulunduğu Anbariye’de-ki bugün mahallenin adıdır- depolanan şeker, un çuvallarını sırtlandıkları gibi kapı kapı Medine’nin ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Bu hizmetleri yerine getirme esnasında “Peygamberimizin soyundandır” diye Mehmetçik, derin hürmet duyduğu için asla Medine ahâlisini işçi ve hizmetli olarak kullanmamıştır. Gerçekten Hâdimu’l-Harameyn olmuştur ecdadımız.
Osmanlı 1514’den 1918’e kadar 414 sene Hicaz bölgesinin yönetimini üslenmiştir. Bu yıllarda Medine’de Ravza-i Mutahara merkezli Hz. Peygamberin velâdeti büyük törenlerle kutlanırdı. Şehrin emîri o günün sabahı beyaz giysilerini giyer, her zaman olduğu gibi peygamberimizin kabr-i şerifini bizzat kendi elleriyle büyük bir huşu içerisinde siler-süpürürdü. O gün Medine’de bayram yapılırdı. Dükkânlar kapanır, vitrinleri süslenirdi. Çocuklar bayramlıklarını giyer, Müslümanlar Mescid-i Nebî’ye akın eder; hatimler indirilir, mevlitler okunur, binlere varan salâvat-ı şerifeler âfâkı inletirdi. Sabahleyin ecdadımız top sesleriyle o günün Mevlîd-i Nebî olduğunu halka duyururdu. Sokaklara, çarşılara ve büyük alanlara peygamberimizin hadislerini ihtiva eden dev dövizler, afişler ve pankartlar asılırdı. Dünyanın değişik bölgelerinden Medine’ye Hac ve Umre yaptıktan sonra Allah Resulünü ziyaret için gelen Müslümanlar bu muhteşem ve feyizli ihtifallere tanık olurdu. Dönüşlerinde Osmanlının bu geleneğini kendi ülkelerine taşırlardı. Bugün hâlâ Cezayir’de, Tunus’ta, Fas’ta, Malezya’da, Endonezya’da bu Mevlid-i Nebi kutlama ve Mevlîd-i Şerîf okuma geleneği yaşatılmaktadır. Mondros Mütarekesiyle Hicaz’ı bırakmak zorunda kaldığımız yıllarda Vehhâbiler bid’attır diye bu geleneğe son vermişlerdir. Belli bir süre Hz. Peygamberin kabrinin ziyaretini bile yasaklamışlar, cennetü’l-baki’de yer alan türbeleri yıkıp, burayı nadasa çevirmişlerdir. 1918’den beri resmi ve aleni olarak Medine’de böylesi ihtifaller düzenlenmemektedir. Özetle, modern selefilik İslam’la beslenin kültürümüzün köklerini kurutmaktadır. Dini inancın zayıfladığı toplumlarda, kültür de zayıflamaya başlar. Hâlbuki bizi bir arada tutan ümmet varlığımızın sürekliliği din ve kültür ayrılmazlığının yaşatılmasına bağlıdır.