Şakir Tuncay Uyaroğlu

Şakir Tuncay Uyaroğlu

S.Ü. Akören Ali Rıza Ercan Meslek Yüksekokulundan Edebî Esintiler

S.Ü. Akören Ali Rıza Ercan Meslek Yüksekokulundan Edebî Esintiler

Saygı değer okuyucularım, bugün köşemde kalemi güçlü üç öğrencimi misafir ediyorum. Benim için her biri bir pırlanta kıymetinde olan değerli arkadaşlarım, sizlerle gurur duyuyorum. “Boynuz kulağı geçer.” sözünü bir kez daha teyit ettiniz. Yüreğinize sağlık… Ne mutlu bana ki, sizlerin hocası olma bahtiyarlığına eriştim.

Yasemin Çomruk / İşletme Yönetimi

Cumhuriyet Ninesi

Ninem, seksen bir yaşında. Gözlerinin rengini denizden almış galiba, onun için mavi olduğuna inanıyorum.

Onu gördüğüm zaman, tarih kitaplarında anlatılan kraliçeler aklıma gelir. Söylediği her söz bir emir niteliği taşır. Onu konuşurken bir görseniz; siz de aynı şeyleri düşünürsünüz. Ama Hürrem Sultan gibi kötülük yoktur içinde.

Cumhuriyet ilan edildiği yıl doğmuş. Okuma ve yazma bilmiyor. Birisi ona yaşını sorduğu zaman, ”Cumhuriyet ilan edildiği gün doğmuşum. Cumhuriyet kaç yaşında ise, benim yaşım odur.” der.

Bunu söylerken de, için için sevinir. Bir de, bayramda özellikle onun ismini söyledikleri zaman çok mutlu oluyor.

Annemle babamın evlenmesine de o vesile olmuş. Annem on dört yaşında iken, babam annemi kaçırmış. Annemin annesi de hemen ninemlere gelmiş ve bağırmaya başlamış “Kızımı isterim.” diye. Ninem hiç bunların altında kalır mı, hemen dışarıya çıkmış “Biz senin kızını görmedik. Git evine de, kızlarına sahip çık.” demiş.

Sonra, iki taraf da birbirlerine iyice sinirlenmiş. Annemin annesi davacı olmaya karar vermiş ve ancak bir şartla davasından vazgeçeceğini söylemiş. Bugünün elli ya da altmış bin lirası değerinde bir para istemiş. Parayı getirmezlerse davacı olacağını söylemiş.

Dedem kabul etmek istememiş, ama ninem “Ben, oğlumu hapishane köşelerinde çürütmem. Eğer bu parayı vermezsen; çocuklarımı alırım ve bu evden giderim.” demiş. Onun bu cesaretine hayran kalmamak elde değil.

Düşmanına karşı kimi zaman arslan kesilir, kimi zaman da yılan. Ne zaman pençesini çıkaracağını ve zehrini kusacağını kimse bilemez. Sanki bir labirent, onu çözmek çok zor.

Annemle babam çalıştığı için bize o bakmıştı. Akşam yattığımız zaman, mutlaka çoraplarımızı çıkarmamızı isterdi. Çıkarmamız için de bir yol bulmuştu. Bize, “Eğer çoraplarınızı çıkarmazsanız; gece melekler yanınıza gelmez. O zaman da, annenizi rüyanızda göremezsiniz.” derdi.

Onun için her şeyin bir çözümü vardı. Hep onun gibi olmak isterdim. Çünkü, herkesi kendisine özendiren bir kişiydi o. Ne de olsa, o bir Cumhuriyet ninesi. Bütün çözüm onda toplanmış. Sanki, doğduğu gün onun da bir yönetici olacağı belirlenmiş.

Onun hep yaşamasını istiyorum. Çünkü o ölürse; sanki Cumhuriyet de sona erecekmiş gibi geliyor bana. Nasıl cumhuriyet bir ülkenin yönetimi ise; o da ailemizin yönetimi. Ninem, cumhuriyetin ninesi; onu ne olursa olsun hiç unutmayacağım, onu tanıyanlar da unutmayacak.

 

Demet Erbaşı / Bilgisayar Programcılığı

Sensiz Hayat

Onun hayatıma girişi çok farklıydı. Her zaman gözümün önünde sadece sabahları “merhaba” diyebildiğim biriydi.

Fazla tanımıyor, fazla bilmiyor, onu bu kadar seveceğimi aklımın ucundan bile geçiremiyordum.

İlk muhabbetimiz, kolejin bahçesinde büyük bir arkadaş grubu içerisinde başladı. Önceden sadece bir merhabayla başlayıp biten günler, artık onunla hiç bitmeyecek konuşmalarla, arada sırada kaçamak bakışlarla geçiyordu.

Yaşar, sınıfta fazla konuşmayan, düşüncelerini ve görüşlerini kendisine saklayan bir tipti. Ama Kemal, hayatımda düşüncesizce yaptığım, her zaman pişman olacağım bir hata gibi geliyordu.

Onunla nişanlanmam sanki hayatın bütün anlamını yitirmeme neden olmuştu. Hep onun yanında, hep onunlaydım. Benim için taktığım yüzük sadece bir alyans değil, sanki beni engelleyen bir pranga gibiydi.

Elbette, bunda Kemal’in kıskançlık krizlerinin de çok büyük etkisi vardı. Ama her şeye rağmen Yaşar’la konuşmamız bana iyi geliyor, beni mutlu ediyordu. Artık onsuz mutlu olmayacağımı, hep yarım kaldığımı düşünüyordum.

Ama ona hiç nişanlımdan bahsetmemiş, bu konuyu hiç açmamıştım. İçimde nedense bir isteksizlik vardı. Bu konuyla ilgili sanki bütün büyü bozulacak, ben yine o sıkıcı küçük kafese geri dönecektim.

Artık, onun da bana karşı boş olmadığını anlamıştım. Ama cesaret edip konuşamıyor ve ilk adımı hep ondan bekliyordum.

Yaşar, çok iyi aile terbiyesi almış, kibar ama duygularını anlatabilme yeteneğinden yoksun, utangaç biriydi. Bu arada, Kemal ile kavgalarımız gitgide şiddetlenip her seferinde daha kırıcı oluyordu.

Sonunda bir karar verdim. Kemal‘den ayrılıp benim için sonsuz olduğuna inandığım büyük aşkımla yoluma devam edecektim. Her gün ona biraz daha yaklaşıyor, her seferinde daha hayran kalıyordum.

Bazen hayatımda zıt taraflarda duran bu iki kişiyi kıyaslayıp hep artılarımı Yaşar‘a veriyordum.

Artık Kemal’le konuşma zamanım gelmişti. İlk söylediğimde sinirden yere fırlatmadığı eşya kalmadı. Sürekli tehditler savuruyor, peşimi bırakmayacağını tekrarlıyordu. Ama bende üzüntü ve çok büyük bir rahatlık vardı. Sanki omuzlarımdan büyük bir yük kalkmıştı.

Kemal’den ayrılalı iki ay olmuştu. Peşimi bırakmıyor, her gittiğim yerde beni adım adım izliyordu. Kendi okuldayken arkadaşlarına takip ettiriyor yaptığım her şeyden haberi oluyordu.

Yaşar, bana bir gün konuşması gereken mühim bir mesele olduğunu söyleyerek, okuldan sonra buluşmayı teklif etmişti. Ben de, o an uçmuş Kemal’in her adımı mı izlediğini unutup, büyük bir mutlulukla kabul etmiştim.

O akşam iyi başlamıştı. Önce sinemaya, daha sonra konuşmak için Taksim’in ortasında yazlık açık bir kafeye oturmuştuk. Hep havadan sudan konular açılıyor, ümitlerim suya düşüp beni inanılmaz bir hüsrana uğratıyordu.

Ve eve gitme vakti gelmişti. İçimde bir burukluk vardı, çünkü ondan sevgi sözcükleri duyamamıştım.

Ama bununla da yetineceğimi düşünerek kendimi avutuyordum. Son ümidimi yola saklıyordum ve istediğim sözcükleri yavaş yavaş duymaya başlıyordum. Çok heyecanlanmıştım, ağzından laflar sanki cımbızla çıkıyordu, ama işte söylüyordu.

Birden, çevremizde ne olduğunu anlamadığımız üç gölge belirdi. Birden karşımıza çıkmışlardı. Geriden ayak sesleri geliyordu. Tenha sokağın orta yerinde yankı yapıyor, sanki her adım beynimin içinde atıyordu.

Üç gölgenin içinden sıyrılıp gelmiş ikimizin karşısında duruyordu. Yüzünü ancak sokağın loş lambaları geceyi biraz olsun aydınlatmaya çalışırken seçebiliyordum.

Aman Allah’ım; bu adam, bu kara gölge Kemal idi. Birden Yaşar’ın üstüne atlayıp yanındaki üç adamla acımasızca vuruyorlardı. Bense, o ânın dehşet ve şaşkınlığı ile hiçbir şey yapamıyor, sadece bağırmakla yetiniyordum.

Ama sanki kimse beni duymuyordu, duyanlar da benimle ilgilenmiyordu. Onu öldüresiye dövüyorlardı, bense hiçbir şey yapamıyordum.

Birden Kemal, elini cebine attı ve küçük bir bıçakla Yaşar’ın üstüne doğru yürüdü. O kadar korkmuştum ki artık bağıramıyordum, sesim de çıkmıyordu. Sanki, zaman durmuş gibiydi. O gecenin sabahı olmayacaktı.

En son hatırladığım, Yaşar‘ın kollarında duyduğum “SENİ SEVİYORUM.“ cümlesi oldu.

 

Halime Akpınar / Bilgisayar Programcılığı

Hilâl Tepesi

Huzur bulurdu insan, Hilâl Tepesi’nde.

Unuturdu bütün gamını, kederini insan…

Hemen girişinde; sağ kanadına düşen tümseğin eteğinde çoban çeşmesi, yeşil çimenler vardı, suyun akıp gittiği topraklarda.

Söğüt ağaçlarının altı, serinlik vaat ediyordu.

Dost bir esintiye kapılan yapraklar, ılık rüzgârın eşliğinde söylüyordu ninnisini.

Çeşmenin peteğe boşalırken çıkardığı ses, söğüt ağaçlarının hafif esen rüzgârın önünde yaptığı beste, okuduğu ilahî nağmeleri ruhuna sindiresiye katkıda bulunuyordu.

Hemen arkasını sarp dağları sarmıştı. Akşamları serin olurdu Hilâl Tepesi.

Gün tam tepeden vuruyordu. Atmosferdeki bunaltıcı hararet, tarlada çalışan insanları iyice terletmiş, hâlsiz düşürmeye başlamıştı.

Altın sarısına dönüşen saplar, artık dolu dolu başakların yükünü taşıyamadıkları için boyunlarını bükmüş, güneşin kavurucu sıcağı ile çatırdıyordu.

Günlerdir yağmur görmeyen yolların üzerinde, bunaltıcı ve nefesleri kesen bir toz kokusu vardı.

Ardından gelen şiddetli bir yağmurun evlerine hapsettiği insanlar, bulutların arasından sıyrılıp yeryüzüne göz kırpan güneşin pırıltılarıyla kapılarını yeniden sokağa açtılar. Ortalık, elleri çamura bulanmış çocukların bağrışmaları ile dolmuştu.

Mevsim, yaz aylarındaki günlerin çoğunu tüketmişti. Gökyüzü, lekesiz mavi bir çarşaf giyinmiş, gün hayli ilerlemişti. Tepeler, âdeta bozulmayan bir sessizliğin nabzını dinlemekteydi. Kuşlar uçuşuyordu gökyüzünde.

Hilâl Tepesi, alışılanların çok ötesinde hâdiselere sahne oluyordu. Ezan bir garip seda ile okunmakta; camiler iki, üç kişilik cemaatten müşteki… Aylar geçmişti aradan.

Mevsim yeni bir değişim çabası içindeydi. Güneş yeryüzünü daha bir derin muhabbetle sarmaya başlamıştı. Derken; siyahı gözlerden silen ak örtü, güneşin cazibesine dayanamayıp eridi.

Şerbetini toprağın derinliklerine sızdırdıktan sonra, artakalanını yamaçlardan, bayırlardan, tepelerin doruklarından enginlere doğru salıverdi. Bahar gelmiş, kayaların diplerinde menekşeler, nergisler boy vermişti.

Taze bir gün bulutların arasından duvağını sıyırıp, fersiz donuk bir ışıkla yüzünü dünyaya açmıştı, Hilâl Tepesi’nden ayrıldığımda…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.