Prof. Dr. Ali Akpınar
Sekiz asırlık çınar: Hz. Mevlânâ
Hz. Mevlânâ’nı vefatının 741. Yılı idrak ediliyor. Mevlânâ, sekiz asrın eskitemediği, unutturamadığı adam olarak karşımızda duruyor. Günümüzün acılar dünyasının tatlanabilmesi için, Mevlânâ gibi gönül(lü)lere ihtiyaç vardır. Peki, kimdir Mevlânâ ve nasıl yetişmiştir Mevlânâ?
Moğol istilası başta olmak üzere pek çok acıların içerisinde, hayatı tatlandıran adamdır Mevlânâ. Nefreti yok edip, gönüllere taht kuran adam. İncitmediği için incinmeyen adam. Sevdiği için sevilen adam. Bir ayağı Şeriat-i Ğarra’da sabit, öteki ayağı ile yetmiş iki milleti dolaşan adam. Yüce Allah’tan aldıklarını, insanlığa sunan adam. Ölümü öldüren adam. Ölüm Meleğine tebessüm etmesini bilen; ölmeyi, yok olmak değil, bir başka âleme doğmak olarak gören adam. Hayatı da ölümü de düğün dernek olan adam.
Elbette onu anmak yetmez, anlamak gerek. Anlamakla da iş bitmez, onu anlatmak gerek. O da yetmez, onun güzelliklerini yaşamak ve yaşatmak lazım. Bunun için onu bütüncül bir yaklaşımla doğru anlamak gerek. Mevlânâ kendini şöyle tanımlıyor:
"Ben sağ olduğum müddetçe Kur'ân'ın kölesiyim. Ben Muhammed Muhtarın yolunun tozuyum. Benden bu sözden başkasını nakleden kimse benden uzak, ben de ondan uzağım."
Şimdi bu tanım ışığında bugün Mevlânâ’nın berî olduğunu söylediği tanımlamalar ve onların sahipleri ne kadar Mevlânâ’yı anladı dersiniz? Kur’ân’sız ve Sünnetsiz, kısaca İslamsız bir Mevlânâ görmek isteyenler ne kadar onu kavradı acaba?
O halde önemli olan Mevlânaşabilmektir diyoruz. Bunun için;
Sevgide, hoşgörüde Mevlâna, gönüllü olmak. Düşüncelerinde Mevlâna beyinli olmak. Hayata, insanlığa Mevlâna gözüyle bakmak. Söylemlerinde Mevlâna dilli olmak. Eylemlerinde Mevlâna amelli olmak. Kısaca hayatı Mevlânâ gibi yaşamak, Mevlâna gibi olmak ve Mevlâna gibi ölmek gereklidir.
Şimdi şu soruyu soralım: Sekiz asırdır anıyoruz Mevlânâ’yı, peki bunca yıldır kaç tane Mevlânâ gibi adam yetiştirebildik? Yoksa Mevlânâ ulaşılamaz mı, Mevlânâ güzellikleri yaşanamaz mı? Eğer öyleyse onu anmanın ne anlamı var!
Mevlânâ’nın şu bir tek teşbihi ile test edelim kendimizi:
Sevgi ve şefkatte güneş gibi ol. Kerem ve cömertlikte akarsu gibi ol. Tevazuda toprak gibi ol. Öfkeni yutmada ölü gibi ol. Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.
Peki, biz ne kadar güneş gibi olduk, ne kadar akarsuyuz, ne kadar deniz yahut toprağız ve kaçımız göründüğü gibi olabiliyor?
Yoksa Mevlânâ’nın sahip olduğu erdemler yalnızca onda mı kalmalı, yalnızca o mu bunları yapmak ve yaşamakla sorumluydu?