Fatma Şeref
Şu Bozkır'da han olsaydım II.
Bir varmış bir yokmuş! Allah’ın kulu çokmuş. Az söylemek sevap imiş, çok söylemek günah imiş…
Onca masal girizgâhı içinde hep bu gelir aklıma, asırları selamlamış bir han duvarına sırtımı dayayıp oturduğum zaman… Ya da yol üstünde bir çeşmeye uğradığımda: Kervanlar geçer önümden kırk deve katarı, kırk sevda yükü, kırk haramili yollardan gelmiştir. Kırk bin türlü hikâye vardır heybelerinde…
Henüz anne karnındaki cenin kadar güvende, yumurta içindeki civciv kadar dış dünyadan habersiz annemin kucağı, babamın dizi, büyük kardeşlerimin sevgisi arasında yaşarken bu masal tekerlemesi yankılanırdı kulağımda. Devamını beklemeden sabırsızlıkla sorardım:
“ Baba, neden az söylemek sevapmış?”
“Çünkü güzel bir şey yapmak, güzel bir şey söylemekten daha önemliymiş”
“Peki, çok söylemek neden günahmış?”… diye devam edip giden sorulardan sonra o masal diyarına varış.
Şimdi iletişimin fiber hızla ifade edildiği, şu veya bu kısaltmayla tanımlanan parlak ışıltılı ekranların tüm ufkumuzu kapladığı çağda, dağ başında yıkık dökük bir harabede huzur arayışımız neden peki? Ya da benim bundan önceki yazımda anlattığım Anadolu’nun gizli hazinesi kervansaraylarda konaklama istediğimiz…
Anadolu Selçukluların aslında hiçte kısa sayılmayacak ( yaklaşık 250 yıl, Cumhuriyetimizin 92. yılında olduğumuzu hatırlayalım) dönemlerinde, kendilerine bir saray yapma fırsatı bile bulamadan uçtan uca saray gibi hanlarla ülkeyi döşemelerindeki sır ilginç değil mi?
Dünyanın hiçbir yerinde daha önce benzeri görülmeyen bu hanlara saray yakıştırması da batılı gezginlerce yapılmış ve ortaklaşa kervansaray isimde karar kılınmış. Belki konar-göçer geçmişimizin bize sunduğu farkında olmadığımız bir ufuktu bu.
Aslında yerleşik hayata geçmekte hala zorluk yaşıyoruz bana göre ve aslında bu genel olarak insan doğasına uygun değil. İnsan kapalı kibrit kutuları gibi apartman katları, asansörler ve büyütülmüş böcekkabuğu gibi arabalar içine tıkıştırıldığından beri hastalıkları artıyor. Sadece ruhi hastalıklardan söz etmiyorum bedensel olarak da öyle…
Bir çukurda hapsolmuş su birikintisi gibi durdukça kararıyor, koyulaşıyor kokuyoruz. Evrendeki dönüşüm ve devinime uzağız. Dünya ne kadar küçülürse küçülsün seyahat imkânlarımız ne kadar artarsa artsın. Uçaklar, tur şirketleri, yıldızlı oteller, önceden belirlenmiş güzergâhlar gittiğimiz yerlere hiç dokunmadan hiç hissetmeden plastik bir gezi sunuyor bize. Sosyal medyada paylaştığımız fotoğrafların renklerini ve beğenileri oranında yüzeysel kalıyor deneyimimiz.
Oysa esasında dışarıdaki seyahatten maksat içsel yolculuğumuzdur. Oraya gerçekten gitmiş olmak başka günümüzdeki turistik geziler başkadır. Bence bizim duraklama dönemimiz durduğumuz anda başladı. Yerleştiğimiz anda ise gerileme dönemine girdik. Hala çıkamayışımız bundan. Hareket halindeki her zaman avantajlıdır. Osmanlının yüzyıllar süren başarısında da bunu bulabilirsiniz, bir dönem ipini koparanın soluğu orada aldığı Amerika ‘da da… Örnekleri çoğaltmak mümkün diri ve dinamik olmanın yolu durduğumuz yere kök salacağımızı sanmaktan geçmiyor. Kaç evimiz, dairemiz, katımız yatımız, yüz yıl ömrümüz olsa da asla rahat edemeyeceğiz, güvende de hissetmeyeceğiz. Çünkü Yunus Emre’ni dediği gibi: Biz buradan gitmeye geldik!
Mevlana Hicreti övdüğü bir şiirinde:
Deniz gibi bir yerde kalsalardı Fırat, Dicle ve Ceyhun nehirlerinin suları bozulur acı olurdu.
Deniz suyu havaya yükseldi, havada dolaştı durdu da bu yüzden acılıktan kurtuldu da helva gibi tatlılaştı.
Yusuf aleyhi’s-selâm da baba kucağını terk etti, yolculuğa çıktı; Mısır’a vardı, orada aziz oldu, eşsiz bir makama erişti.
Halkın sevgilisi Peygamber Efendimiz, Mekke’den hicret etti. Sonra kuvvet buldu, güçlendi, düşmanlara üstün geldi, Mekke’yi fethetti ele geçirdi.
Sende aklını başına al. Yapılan yolculukları düşün. Alışkanlıklarına, adetlerine takılıp kalma da gönül seferine çık. Gönlüne yolculuk yap ve Allah’ın verdiklerine razı ol.
Gönül yolculuğu, gönle varmak, gönülde Hakk’ı bulmak dünyada da ahrette de mutluluktur. Böylece sende kendinden kendi benliğinden kurtulursun da Allah’a yakın olursun.
Hz. Muhammed miraç gecesi Burak’a bindi, yola çıktı. Hakk’a mânen yaklaştı, yakınlaştı; aralarında iki yay kadar bir yakınlık kaldı. Hatta daha da yakına vardı. Makamını buldu.
Usanmasaydın, bıkmasaydın dünyada ki misafirleri, yola düşmüş, yolculuğa çıkmış erleri birer birer, ikişer ikişer, üçer üçer sayardım.
Birazını gösterdim birkaçını saydım. Geri kalanını sen bil, sen kendin öğren. Tut ki tüm yollar kapalı bu halinden diğerine göç…
Ve göçtü kervan kaldık dağlar başında türküsünü söylemek zorunda kalma sonunda diye de bendeniz ekliyorum. Şimdi ne yapalım peki demeyin ben de bilmiyorum. Bunun üstünde birlikte düşünelim diye bir konu açtım. Okurlarım her seferinde ilginç öneri ve yorumları ile ufkumu açıyor. Ve ben bir birimizi geliştirmekten hoşlanıyorum. Bu vesile ile köşemde paylaşılan mail adresimden yorumlar bölümünden veya sosyal medyadaki hesaplarımdan her zaman bana ulaşmanızı beklediğimi söylemek istiyorum.
Evet, bizim masallarla geliştirdiğimiz ruh dünyamızdan, bilgisayar oyunu diyarında büyüyen çocuklarımız oldu. Hem güzel konuşup hem güzel işler yapmak zorundayız masallara karışıp gitmeden önce… Sevgiyle kalın…