Tanpınar'ın Günlükleri...

 

     TANPINAR’IN GÜNLÜKLERİ VE BARDAĞIN BİLMEM NE TARAFI

            

    Geçtiğimiz yaz dönemi aynı zamanda benim için belirsizlikler dönemiydi.“Nerde ne yapsam?” “Neyi başa, neyi onun ardına veyahut neyi en sona koysam?”larla geçen uzun bir yaz dönemi… İsterseniz harareti insanı boğum boğum boğan, uzun bir musibet zamanı veyahut zihninize ve vücudunuzun her bir hücresine nüfuz etmiş bir mevsimlik istibdat da demek mümkün… Psikiyatri sahasında beylik bir laf olma statüsüne çoktan erişmiş, bir asır sonra da atasözü olmaya namzet bir söz var: “Bardağa dolu tarafından bak…” diye. İlk başta her derde deva gibi gelen bu söz öyle pek de kalıbının delikanlısı bir söz değil hani… Bardaklarında dolu tarafı olanlar zaten bakma ihtiyacı duymaz; tamamen bardağı boş olanlar neresinden bakacak? Bunu lise yıllarımdan beri merak etme makamındayım… Ha eğer niyet âlemde kötüyü görmeye dünden yeminli bahtsız sineleri yola getirme, azıcık da olsa karanlık iklimlerine bir şimşek çaktırma ise bunun için söylenecek söz yok elbette… Hele bu sineler kameraya mikrofona bürünüp medya diye görünüyorsa onlara en azından bardağın çekilecek dolu tarafının da olduğunu göstermek yerinde bir tavır olsa gerek. Ne ise biz bu sözün medya planına yansıyan tarafını yazımızın ilerleyen bölümlerine bırakarak fert planındaki tezahürünü hülasa edelim…

       Evet, boğum boğum boğsa da zahirdeki vaziyeti istibdadın hararetine mukabil gelse de okuma açısından en verimli yazlardan biriydi benim için şu geçtiğimiz yaz… Verimliydi diyorum lakin bu verimlilik kemiyetten ziyade keyfiyete bakıyordu… Pek çoğu okul döneminde okuma fırsatı bulamadığım yahut yetiştiremediğim kıymetli üstatların kitaplarıydı… Mehmet Kaplan’ın eserleri, Orhan Okay’lar… Hepsi de bu dönemde okuduğum yahut tekrar okuma ihtiyacı hissedip -tabiri caizse- tekrar taradığım eserlerdi. Ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyat”ı da bu sıkıcı dönemde sayfalarının arasına kendimi koyuverdiğim bu eserlerdendi… Evet hani şu günlükleriyle ilgili tartışmadan sonra pek çok kişinin gündemine giren, “darbe şakşakçısı” “Mehmet Akif Düşmanı” “Demokrat Parti, Menderes ve dolaysıyla demokrasi düşmanı” şeklinde iki dakikada evimizden biri olarak tanıyıverdiğimiz; ama Edebiyatçı yönüyle hiç de haberimiz olmayan Tanpınar…

     Şu sanat âleminde bir kalıbın içine sokmadığımız, azıcık edebiyata mailli zihinleri de bulandırmak adına etiket yapıştırmadığımız, geçmişte ve gelecekte kimler kaldı çok merak ediyorum? Nazım’ın bir şiirini okumadan komünist yaptık gömdük, Necip Fazıl’a kendi tabiriyle “mürteci yaftası”nı taktık, Osman Yüksel’in ne ırkçılığı kalmıştı ne faşistliği…

                       …VE DİRİ DİRİ GÖMMEYE KALKTIKLARIMIZ

            Yaşayanları da diri diri gömüp mezar taşlarına “vatan haini”, “faşist”, “gerici” diye yazma hususunda bedevi kavimleri çoktan geçtik… Bir tarafımızla Elif Şafak’ı bir tarafımızla Orhan Pamuk’u “hainler” mezarlığına; bir yanımızla Ozan Arif’i İsmail Türüt’ü  “faşistler” mezarlığına ve  “suyun ötesi”nde bilmem başka kimleri, bilmem necilik mezarlığına gömmeye kalkmadık mı?

                                         BİR TANPINAR KALMIŞTI

            İki kıymetli hocamız, kendilerini bu işe adamış iki müstesna isim, her zaman eserlerinden istifade etmeye çalıştığım Zeynep Kerman ve İnci Enginün hanımlar bu günlükleri Edebiyat ve sanat âlemine kazandırmışlar. Etiket heveslilerine malzeme değil…

           Bu günlüklerden yola çıkarak bir sanatçının o dönemki ruh dünyasını, acılarını, yalnızlığını, bunların sanatı ile arasında bağlarını tartışmak, bunların sanatını etkileyen yönlerini konuşmak dururken, hemen medyatik anlamda “algıda seçicilik”imizi kullanarak:

-Aslında orada durmuyormuş, buradaymış…

-Yok efendim ne münasebet o hala şurada… diyerek saf tayin etmeye kalktık.

                                     BU ÇELİŞKİLER ve KORKULAR HEP VARDI

                Oysa batılı olma ya da doğulu kalma arasındaki ikilemi hep yaşamıştı… Bunu anlamak için “Huzur”u okumak yeterli… Oradaki “Mümtaz”la Huzur yazarı arasında çok benzerlikler bulacaksınız.

                Yahya Kemal’in gölgesinde kalma endişesini ve bu endişeyle şiire değil de romana ağırlık verdiğini hocalarımızdan dinlerdik…

                            BARDAĞIN NERESİNDEN

             Hadi fert planındaki vaziyetimize bardağın dolu tarafından bakarak bir pozisyon aldık, lakin her şeyi seviyesine indirip o kuyuda tartışan, meseleye kaba yanlarıyla bakıp etiketler yapıştıran, yaftalayan, fişleyen, başkalarının günahlarını ve yanlışlarını faş eden kaba ruhlu, düğme basıcıları görünce insanın: “Bunların neresinden bakarsak sembolik zeminde bardağın dolu tarafından bakmış oluruz?” diye sorası geliyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.