Prof. Dr. Ali Akpınar
Tedbir, takdire rızaya mani değil!
Kaza ve kadere iman etmek, iman esaslarındandır. Daha çocukken âmentü esaslarını sayarız ve onlara inandığımızı söyleriz. Ancak doğru bir âmentüye sahip olup olmadığımız her zaman tartışmalıdır.
Allah’a inandım diye başlarız âmentüyü okumaya. Ama çoğumuzun inandığı Allah, Kur’ân ve Sünnetin tanıttığından çok kendi kafamızdaki Allah’tır. Sözgelimi, çoğu işlerimize karıştırmayız O’nu. Ya da O’nun emirlerini çoğu zaman umursamayız. O’nun her zaman, her konum ve yerde hepimizi gördüğünü çoğu zaman hatırlamayız. Yani çoğumuzun inandığı Allah, yaratan ve fakat yarattığına çok fazla karışmayan, hayata müdahil olmayandır.
Meleklere inandık deriz ikinci olarak. Ancak bir kısmımız melekleri Allah’ın kızları biliriz, kartpostallara kadın şeklinde melekler çizmeyi normal görürüz. Meleklerin her zaman bizimle beraber olduklarını unuturuz, utanmadan pek çok melaneti yapmaktan çekinmeyiz.
Kitaplara inandığımızı söyleriz söylemesine ve fakat hayatımızı Kitab’a göre yaşamayı beceremeyiz. Çoğu zaman da yaptığımız işi kitabına uydurmaya bakarız. Çoğumuz, Kitabın ne dediğinden habersizdir, ama Kitaba inandığını ve Kitaplı olduğunu söyler durur.
Peygamberlere iman da âmentü esaslarındandır. Ama bu iman çoğumuzu, peygamberleri sıradanlaştırmaktan yahut insanüstü varlıklar olarak görmekten kurtarmaz.
Ahirete inandık deriz ama ahiret hazırlığı konusunda sınıfta kalırız. Sanki öldükten sonra diriliş, hesaba çekilme yokmuş gibi hareket etmeye, yaptıklarımızdan hesaba çekilmeyecekmiş gibi sorumsuzca yaşamaya devam ederiz.
Altıncı âmentü esası Kaza ve Kadere imandır. Bu konuda da pek çok eksiğimiz ve sakat anlayışımız vardır. Asıl kaza ve kadere iman, yapılması gerekenleri yaptıktan sonra başımıza gelenleri kaderin/ ilahî planın bir gereği olarak kabullenmeyi ve olanlara rıza göstermeyi gerektirir. Ama kadere inandığını söyleyen bizler, kul olarak yapılması gerekenleri yapmayız çoğu zaman. İhmalkâr davranırız, tedbirleri terk ederiz. Sonra da kader deriz, kaderimiz böyleymiş deriz, hatta kaderi kötülemeye bile başlarız. Kötü kader, kahpe felek, kara yazı, kara baht, kör talih gibi ifadelerle kaderi ve onun sahibini suçlarız. Hâlbuki asıl suç bizdedir. Biziz kaderimizi hak eden. Yüce Yaratıcımız, bizim neyi hak edeceğimizi önceden bildiği için öyle yazmış/belirlemiştir kaderimizi.
Şimdi siz 24 kişilik bir midibüse 46 kişiyi balık istifi doldurup trafiğe çıkarsanız, aşırı yük ve ağırlık sebebiyle kontrolden çıkıp kaza yaparsanız ve 17 kişinin ölümüne sebep olursanız, sonra da suçu kadere yüklerseniz, doğru bir kader anlayışına sahip değilsiniz demektir. Olayda can verseniz bile, sorumluluktan kurtulamazsınız. Tabi ki bu ve benzeri olaylara duyarsız kalan, hatta katkı sağlayan yolcular da sorumludurlar, yetkililer de. Gözgöre göre kazaya davetiye çıkaran herkes sorumludur.
Meydana gelen acı hadiselerde, tedbirsiz davrananlar sorumludur. Ancak geride kalanların, olanları kabullenmesi kadere imanın bir gereğidir. Bir kere şuna inanırız ki, her insan için belirlenmiş bir ölüm tarihi/ecel vardır ve bu değişmez. Öldürülen kimse de eceli ile ölür, kaza ile ölen kimse de eceli ile ölür. Yani katilin kurşunu maktulün ecelini değiştirmez; anca katil sorumluluktan kurtulamaz. Kaza da eceli değiştirmez, ancak kazaya davetiye çıkaran herkes yaptığından sorumludur. Olanlarda hiç ihmal ve suçu olmayanlar için, meydana gelen olaylar birer sınav sebebi ve sorusudur. Ancak olaya sebebiyet verenler için, vebaldir.
O halde âmentü esaslarını bir kez daha gözden geçirmeli ve yeni bir anlayışla iman tazelemeliyiz. Özellikle de kaza ve kader maddesini.