yazar-35
Tiyatronun seyrine bak!
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Nazmi Zengin Bey’den bir mektup aldım. Mektubunda “Memleket Gazetesi'ndeki köşenizde Konya Devlet Tiyatrosu ile ilgili yazınız okuyunca aklıma kendi yaşadığım ve de Konya'nın yerel gazetelerinden birinde kamuoyu ile paylaştığım bir olay geldi.” diyen sanatsever doktorumuzun yazısından bazı cümleler üzerinde durmak istiyorum: “Tiyatronun bir oyun-eğlence mekânı değil bir çeşit okul olduğunu telkin eden bir kültür ortamında yetişmiş bir kişi olarak tiyatroya yeterince zaman ayıramamam sürekli içimi acıtmıştır.”
Zengin’in sözünü ettiği kültür ortamı, tiyatronun seyir hayatımıza girdiği Tanzimat yıllarından beri oluşan bir ortamdır. Vatan yahut Silistre yazarı Namık Kemal, tiyatronun eğlendirici olduğu kadar eğitici olması gerektiğini vurgular. Meşrutiyet ve Cumhuriyet yıllarının önemli gazeteci aydınlarından biri olan Celâl Nuri (İleri), Norveç halkının eğitilmesinde İbsen’in oyunlarının baş rolü oynadığı kanısındadır. Bu iyimser ve idealist görüşlere rağmen tiyatro, bizde uzun yıllar Şair Evlenmesi’nin “cahil” bekçisinin dediği gibi “taratora” olarak görülmüş, “frenk işi” bir yabancı sayılmıştır. Bu yüzden tiyatro sanatı, önce Dârülbedâyi (İstanbul Şehir Tiyatroları), sonra Devlet Tiyatrosu gibi “ödenekli tiyatrolar” eliyle yürütülmüş; özel tiyatrolar, gişe hâsılatıyla varlıklarını sürdürebilecek bir rahatlık ve güce neredeyse hiç erişememişlerdir.
Bu arada yedinci sanat sinema, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de daha kolay, renkli ve çekici bir seyir malı olarak piyasaya girmiş ve tiyatroyu daha dar ve bir ölçüde seçkinci bir konuma itmiştir. Şair, romancı, senaryo yazarı Attila İlhan, tiyatroyu modası geçmiş bir sanat saydığı için hiç oyun yazmadığı gibi, şiirlerinden kotarılan bir oyun karşısında da büyük heyecan duymamıştır. Perihan Mağden de, tiyatroya dudak büken, burun kıvıran, az çok –hattâ çok çok- küçümsemeyle bakan müzmin muhalif bir sinemaseverdir.
Doğrusu, tiyatro, doğası gereği, sinemanın imkânlarına sahip değildir; milyonlara, milyarlara ulaşamaz, ama tiyatronu sinemaya göre daha sıcak ve daha insancıl bir iletişim ortamı sağladığı da açıktır. Bu ortamda iletilen şeylerin ne olduğu kuşkusuz çok önemlidir. Bu açıdan bakıldığında geçmişten günümüze Türk tiyatrosunun ve izleyicisinin seviye kaybettiği söylenebilir. Bu seviye kaybı, sahneleme tekniklerindeki yükselişle ters orantılı yürümektedir.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in büyük eseri Bir Adam Yaratmak, Muhsin Ertuğrul’un başrolünü oynadığı bu müthiş piyes, geçen yıllarda yeniden sahneleneceğinde, oyunun yönetmeni, eserde bazı değişiklikler yapmak, tabir caizse onu “hafifleştirmek” gereğini duymuştu. Onun bu tutumunda “kötü niyet” arayanlar oldu ama bence onun yapmak istediği, günümüz seyircisinin düzeyini gözeten bir düzenlemeden ibaretti. Denebilir ki; tiyatronun görevi, seyircinin düzeyine inmek değil, onun düzeyini yükseltmek olmalıdır. Bu iyi bir temenni olabilir ancak. Tiyatrocularımızın bu temenniye kulak verdiklerini söylemek zor.
Sayın Nazmi Zengin’in Definenâme’ye ilişkin şu cümleleri, tiyatromuzda oyun seçiminin oyun sahnelemenin gerisinde kaldığını gösteren çok değerli bir tespittir: “Oyun beni derin düşüncelere sürüklemedi, aldığım estetik haz ruhumu yüceltmedi. Ama hoşça vakit geçirdik ailecek. Belki oyunun kendisi değil, ama sanatçıların performansı salondan yükselen alkışları, hatta daha fazlasını hak ediyordu.”
Seyir, temâşâ ve izleme anlamına geldiği gibi yürüme, yol alma ve ilerleme anlamına da gelir. Tiyatromuzun, insanı ve onurunu yüceltici, hayatın anlamını zenginleştirici, bilincimizi uyarıcı, yüreğimizi besleyici oyunlara doğru seyretmesini dilerim.
Not: Murat Güzel’e 1 Şubat 2006 tarihli “Eleştirmek hak ve ödevimiz!” yazısından ötürü teşekkür ederim.