Mustafa Yiğit
Alamut Kalesi’nden, Çanakkale’ye...
Alamut Kalesi’nden, Çanakkale’ye saldıranlar…
1998 senesiydi. Selçuk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nin kütüphanesinde çayımı yudumluyor, arada sırada da sigaramdan bir nefes alıyordum. Kaydedilmeyi bekleyen yeni kitaplar vardı. Bu arada şimdiki kampüs kütüphanelerini görünce nereden nereye geldik diye düşünmeden edemiyor insan.
Her neyse..
Kaydedilecek kitaplardan birini elime aldım. Üzerinde “Konyalı Şehitler” yazılıydı. Konya Valiliği’nin bir yayını. Ofset baskılı bir kitap.
Kitabın sayfalarını karıştırırken 90’lı yıllara kadar gelmişim. “Ne çok şehit vermiş Konya” diye düşünüyorum bir taraftan da. Neredeyse her ilçesinden, her köyündün şehitler var. Tarihin her dönemi Konya şehit vermiş. Hatta Konya Lisesi Çanakkale Muharebelerine katılan pek çok liseden biridir ve o dönem mezun vermemiştir. Konya Lisesi’nde okuyan, daha çocuk yaştaki vatan evlatları gençliğinin baharında toprağa düşmüştür.
Konya şehitlerinin resimlerine bakarken şehitlik mertebesinin ne ulvi bir mertebe olduğunu da daha iyi anlayabiliyorsunuz. Çocuk yaşta şehit olan sabiler, 70 yaşında şehit olan dedeler, nineler… 7’den 70’e vatanı, bayrağı, namusu, dini için savaşan bir millet var bu albümde.
Sayfaları bu düşüncelerle karıştırırken açtığım yeni bir sayfada gözlerime inanamadım. Bir resmin altında Şükrü Yıldız yazıyordu. Resme iyice baktım, gerçekten oydu: Ortaokul’dan “çiko” muz, Şükrü’müzdü resimdeki. Ona şişman olmasından dolayı “Çiko” derdik. Ve şimdi aradan yıllar geçtikten sonra karşımdaydı. Ama bu kez bir şehit olarak karşımdaydı. Onun şehit olduğunu nasıl da duymamıştım daha önce. İlk anda ne yapacağımı şaşırdım. Çocukluk yıllarım gözlerimin önüne geldi. Okulun bahçesinde kaledeki Çiko’yu hatırladım, gol yedikçe sinirinden gülüyordu, biz kızınca da “kaleyi terk etmek”le tehdit ediyordu bizi. Ama her maçta kalemizde yine o vardı dağ gibi. Kalede durmanın ne büyük bir sorumluluk olduğunu biliyorduk hepimiz ve kalede Şükrü gibi, yani dağ gibi adamlar durmalıydı. Ve o askerdeki kaleciliğinde de terk etmemişti en büyük kaleyi; “vatan kalesini” terk etmeyerek, şehadet şerbetini içmişti.
Resme bir daha baktım… Gözlerim doldu, nutkum tutuldu. Sonra yaşlar geldi, yağmur gibi… Damladı onun tombik yüzüne…
Bugün Çanakkale Savaşları’nın yıldönümü dolayısıyla yazılan yazılara baktığımda, o gün aklıma geldi. Bazı televizyon kanalları ve gazeteler Çanakkale destanını yaşatan programlar ve sayfalar hazırlamışlar. Bazılarının ise bu konuda ne kadar gayri ciddi, ne kadar şahsiyetsiz ve ne kadar laubali davrandığını, kalede durmanın önemini hiç de kavrayamadığını üzülerek görüyorum. Ruhsuz adamlar, ruhsuz yazılar yazmışlar. Hatta dalga geçiyorlar, bu milletin verdiği en büyük mücadelesiyle, destanlaşan savaşıyla. Ama biliyorum ki onlar, hayatları boyunca bırakın bu ülkenin kalesine geçmeyi, bir futbol takımının kalesine bile geçecek cesaretten yoksundurlar. Peki bunlar ne yaparlar? Sadece köşelerinde “atarlar, sallarlar”. En çok da olsa olsa Alamut kalesinde haşhaşilik yaparlar. Onların kale anlayışı Alamut’tur en fazla.
Utanmasalar Çanakkale’de yatanlar fosil diyecekler…
Türkiye’de Alamut’un belili başlı burçları vardır. Hepimiz biliriz, Hürriyet, Sabah, Vatan ve diğerleri. Bunlar Türk milletini uyuşturmak için, köşelerinde haşhaş imal eden yazarlar barındırırlar. Bu yazarlardan biri de Sabah gazetesinden, Emre Aköz, Çanakkale savaşları yıldönümü dolayısıyla 17 Mart’ta yazdığı yazıda, şehit sayısından tutun da Mustafa Kemal’in başarısına dair pek çok şeyin abartılı olduğunu söyleyerek, görevini yerine getirmek üzere almış kalemi eline, sallamış yine. Ve daha da önemlisi emperyalist ülkelerin bize saldırdığı da palavraymış O’na göre. İngiltere ve Fransa nasıl emperyalistse biz de emperyalistmişiz! Biz de Fransızlar kadar, İngilizler kadar suçluymuşuz!
Tabii sayın Emre Bey, sizin için orada yatanlar da şehit değildir sanırım. Utanmasanız orada yatanların bitki ve hayvanların binlerce yıldır oluşturdukları fosiller olduğunu da söyleyeceksiniz..
Bir TV kanalı da, aynı tarzda bir program yapmış geçen akşam. Aynı zihniyet orada da hakim. Çanakkale abartılmamalı diyor bir konuk yayıla yayıla. Neyi abartıyoruz Allah aşkına! Rahmetli dedemin anlattıklarına mı, size mi inanacağım! “Aynı siperdeyiz, sabah helalleştiğimiz onlarca kişiyi akşam göremiyorduk, arkadaşlarımız bir bir şehadet şerbetini içiyordu” diyen Balkanlar’dan Çanakkale’ye, Sakarya’ya, o cepheden bu cepheye koşan, dedeme değil de sizlere mi inanacağım sayın Hasan Sabbah’ın müritleri!
Tabii Çanakkale’de yaşanan destansı öyküler, üzerine yazılan türküler de yalan. Hatta, “Bir hilal uğruna Yarab ne güneşler batıyor” diyen, Çanakkale şehitlerini kanının her damlasında ‘hilal’e ışık veren “güneş”ler olarak ölümsüzleştiren, Çanakkele’nin nasıl bir savaş olduğunu adeta canlı canlı yaşatan Mehmet Akif’in;
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya
Ne hayasızca tahaşşüt ki ufuklar kapalı!
Nerede- gösterdiği vahşetle “Bu: bir Avrupalı”
Dedirir –yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!
Eski dünya, yeni dünya, bütün akvam-ı beşer,
Kanıyor kum gibi, tufan gibi hakikat mahşer mi mahşer
Yedi iklimi cihanın duruyor karşıda
Ostralya’ yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk;
Sade bir havadis var ortada: vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela...
Hani tâûna da zuldûr bu rezil istila!...
Dediği Çanakkele Şehitleri’ni resmeden satırları da yalan!
…
Çok şükür ki, kalelerimiz size emanet değil sayın Emre’ler, Özkök’ler!
Bizim kalelerimizde çok şükür, Ahmet’ler, Ali’ler Şükrü’ler sapasağlam durmaktadırlar.
Çünkü onlar biliyorlardı ki, “Burada yaşanmaz” diyenler, burayı yaşanmaz kılan Alamutlular’dır!